AKP’nin ABD emperyalizmiyle olan ilişkisi, partinin 2002 yılında iktidara gelişinden önceye dayanıyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın AKP’nin kuruluş aşamasında, partisine destek bulmak amacıyla ABD’ye düzenlediği ziyaretler bugün bir sır değil. Bu temaslardan biri, ABD Savunma Bakanlığı bünyesindeki Savunma Politikaları Kurulu’nu 2001-2003 yılları arasında yöneten Richard Perle (namı diğer ‘Karanlıklar Prensi’) tarafından da dile getirilmişti. Perle, 2002 […]

Prof. Dr. İlhan Uzgel: S-400’ler için verilen kapora yanabilir

AKP’nin ABD emperyalizmiyle olan ilişkisi, partinin 2002 yılında iktidara gelişinden önceye dayanıyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın AKP’nin kuruluş aşamasında, partisine destek bulmak amacıyla ABD’ye düzenlediği ziyaretler bugün bir sır değil. Bu temaslardan biri, ABD Savunma Bakanlığı bünyesindeki Savunma Politikaları Kurulu’nu 2001-2003 yılları arasında yöneten Richard Perle (namı diğer ‘Karanlıklar Prensi’) tarafından da dile getirilmişti. Perle, 2002 ortalarında Erdoğan’la yaptığı görüşmeyi, 2004’te American Enterprise Institute (AEI- Amerikan Girişimcilik Enstitüsü) tarafından organize edilen bir buluşmada, salonda ‘Türkiye Başbakanı’ kartvizitiyle  bulunan Erdoğan’ı konuklara takdim ederken şöyle anlatmıştı: “Başbakanla (Erdoğan) bundan bir buçuk yıl önce tanıştım. Dostum Cüneyt (Zapsu), bana başbakan olacak kişiyle tanışmak isteyip istemediğimi sordu. Ben de, ‘Tabii isterim’ dedim.” Perle bu sözleri sarf ederken, Erdoğan ve yanında oturan Abdullah Gül gururla ona bakıyordu.

ABD’nin AKP’ye olan desteği, Ortadoğu’da Batı ile uyumlu çalışacak İslamcı hareketleri iktidara getirme projesinin bir parçasıydı. Geçmişte Sovyetler Birliği’ne ve devrimci hareketlere karşı bölgede palazlandırılan İslamcılar, 90’lı yıllarda bu kez ‘ılımlı’ etiketiyle yeni bir projenin aktörü haline gelmişlerdi. Aradan geçen yıllarda belki de bu projenin en ‘parlak’ örneği AKP oldu. Ancak son döneme bakıldığında, AKP-ABD ilişkilerinde kimi gerilimler göze çarpıyor. Yıllarca uyumlu çalışan bu iki partnerin arasında şimdilerde kimi anlaşmazlıkların olduğu açık. Peki, bu soğuk rüzgârların arka planında ne yatıyor? Çoğu kez ‘kriz’ başlığıyla haberleştirilen uyuşmazlıklar, Ankara-Washington hattında nereye oturuyor? ABD ve Batı, Erdoğan hakkında ne düşünüyor; Erdoğan, dış politikada hangi stratejiyle hareket ediyor?

Politik Muhabbetler’de bu hafta Prof. Dr. İlhan Uzgel ile bir araya gelerek yukarıdaki sorulara yanıt aradık. ABD Dış Politikası ve Türk Dış Politikası üzerine yıllarca dersler veren Uzgel, merak edilen konulara ilişkin oldukça aydınlatıcı değerlendirmelerde bulundu.

AKP’nin ABD ile 2002’de iyi başlayan ve sonraki  yıllarda da aynı tempoyla devam eden ilişkisi, son birkaç senedir gerilimli bir hal aldı. Sizden AKP’nin ABD ile ilişkisini evrelere ayırmanızı istesem, belli başlı başlıklar üzerinden nasıl bir şema çıkartırsınız?

Aslına bakarsanız iki evre var. Birincisi AKP’nin kuruluşundan önceye giden bir evre. Yani AKP’nin iktidara gelmesi değil de, iktidara geliş süreciyle başlayan bir evreden söz ediyorum. Çünkü orada ABD’nin kritik bir etkisi var. Bu evre kabaca 2011-2013’e kadar uzanıyor. Bu evre ufak tefek sorunlarına rağmen devam etti. Zaten her ilişkide bu tür sorunlar yaşanır. ABD bu sorunları diğer müttefikleriyle de zaman zaman yaşar. Ama 2011-2013 dönemeciyle birlikte ilişkilerin niteliği biraz değişmeye başladı. Ben 2002-2013 arasını uyum ve ABD’nin AKP’yi desteklediği dönem olarak tanımlayabilirim. 2013 sonrasını ise mutlak gerginlik ve kriz döneminden çok, AKP’nin biraz daha kendi gündemini oluşturmaya çalışması ve zaman zaman gücünü abartmasıyla birlikte; verdiği bazı ekonomik ödünlere karşılık siyasi kazanımlar peşinde koşması nedeniyle ortaya çıkan sorunlu dönem olarak tanımlayabilirim. Buna kriz demiyorum. Genelde medya bu ifadeyi tercih ediyor ama kriz başka bir şeydir. Türk- Amerikan ilişkilerinde ne olsa, adına kriz koyuluyor. Bu doğru değil. Kriz, çözemediğiniz şeydir. Bir şeyi çözebiliyorsanız, o kriz değildir. Mesela Rahip Brunson konusu… Rahip’i gönderince olay bitiyor. Demek ki kriz değil. Neden ekonomik kriz diyoruz? Çünkü bunu çözemiyorlar; araçları sınırlı ve yapacakları hamlelerin geri dönüşü ağır olacak. O yüzden bu bir kriz, yani tıkanıklık durumu. Dolayısıyla AKP iktidarıyla ABD arasındaki problemlerin çoğu halledilebilir meseleler. AKP, pazarlığı en uç noktaya kadar götürdüğü için bu olaylar kriz görüntüsü alıyor. 

Amerika’nın AKP hükümetlerine desteği, dediğim gibi 2002 öncesinden başlayıp 2011-2013 aralığına kadar devam ediyor. Evrenin bitimi için iki tarih veriyorum çünkü bu bir süreç; tam gün vermek mümkün değil.

ARAP BAHARI, İLİŞKİLERDE BİR KIRILMA YARATTI

Bahsettiğiniz 2011-2013 dönemecinden sonra ne oluyor?

Burada belirleyici olan şey Arap Baharı’nın yaşanmasıydı. Arap Baharı’ndan ABD’nin anladığı şeyle AKP’nin anladığı tam örtüşmedi. Başlangıçta (2011) örtüşüyordu ama 2013 civarında bir kırılma oldu. O dönemde Erdoğan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile birlikte Arap Baharı’nın üzerine oturmak istediler. Bunu bir Türk Baharı’na çevirmek istediler aslında. Ortadoğu’da Müslüman Kardeşler’in çeşitli kollarından oluşan bir hat inşa edilecekti ve Türkiye de o döneme kadar fikri düzeyde hazırlıkları yapılan, ufak ufak da uygulamalarını gördüğümüz yeni Osmanlıcılığın hayata geçmesi için bir fırsat olarak gördü süreci. ABD’nin derdi ise Ortadoğu ile değişen yapı üzerinden bağımlılık ilişkisini yeniden kurmaktı. Türkiye burada bir hesap hatası yaptı. 2008 ekonomik krizi olmuştu ABD’de. Obama, “Irak ve Afganistan’dan çekileceğiz” dedi ve burada bir güç boşluğu oluştu. AKP, ABD’nin Ortadoğu’yu eskisi gibi kontrol edemeyeceğini düşünerek, kendisine fikren yakın partilerin iktidara gelmesine yol açan Arap Baharı’yla bu boşluktan yararlanmak istedi. Burada ilişkilerin 2002’den beri devam eden dinamiği kırıldı. Türkiye, Obama’nın sunduğu “ABD’nin müttefiği ve Ortadoğu’nun model ülkesi” programını kabul etmişti. Ama Arap Baharı’yla bunun ötesine geçmeye çalıştı ve ortaklık bozuldu. Model fikrini uygulamak yerine, yeni Osmanlıcılık benimsendi ve doğrudan uygulanmaya çalışıldı. 

Kabul ettiği rolün ötesinde daha fazla inisiyatif almaya çalıştı yani…

Tabii. Bu açıdan Esad’ın yıkılması sadece kişisel bir takındı değildi. Amaç jeopolitik bir ekseni tamamlamaktı. Esad da devrilseydi, Tunus’tan başlayan o hattı tamamlayacaklarını düşünüyorlardı. O olmadı. Daha sonra da Tunus’ta ve Mısır’da İslami hareketler tasfiye oldu. Birinde iktidarı bırakmak zorunda kaldılar, diğerinde darbeyle gittiler. Suriye’de ise iktidara bile gelemeden iç çatışmayla yenildiler. İşte o zaman bütün bu proje çöktü. Proje çökünce Erdoğan ve AKP açıkta kaldı. Proje yürüseydi, yani İslami iktidarlar zinciri kurulsaydı, bu Erdoğan’a güç verecekti. O ülkelerle ilişkileri hızla kurmaya çalışmışlardı ve buraları kendilerinin bir uzantısı gibi gördüler. Davutoğlu’nun o dönemki çıkışları inanılmazdır. Bölgenin sahibi gibi konuşmaya ve davranmaya başladı. Türkiye’nin kapasitesini, bölgesel dengeleri ve küresel jeopolitiği tamamen göz ardı eden hayalci, maceraperest ve duygusal bir tutum içindeydi. Onu Batı hemen gördü ve bu işi Suriye’de bıraktı. Esad’ın devrilmesine desteğini bir yerden sonra çekti. Bu sefer Türkiye, Katar’la birlikte Esad’ı devirmeye çalıştı ve elinden ne geliyorsa yaptı. Bunun ucu cihadistlere destek olmaya kadar gitti. Bu durum Suriye’de o kanlı savaşın ağırlaşmasının en büyük etkenlerinden biri oldu. 

ERDOĞAN, ABD’YE ‘DÜKKAN SENİN’ DİYOR

Söylemsel düzlemde baktığımızda Erdoğan, ABD’ye yönelik itham edici ifadeler kullanıyor. Bunların bazıları oldukça ağır. Washington ise bu suçlamalara pek takılmıyor, basit ifadeyle işine bakıyor. ABD ile AKP arasında nasıl bir iletişim var?

Erdoğan iktidarda kalmak için ABD ile iyi geçinmesi gerektiğini biliyor. Obama, Erdoğan için “Dünyada en çok görüştüğüm 5 liderden biri” diyordu. Sonra anılarında ve verdiği uzun mülakatlarda Erdoğan’dan hayalkırıklığı duyduğunu söyledi. Ama bunlar olur. Sadece bunlara bakıp, “Türkiye ABD’den koptu” gibi şeyler söylenemez. Çünkü ilişkilerin ana dinamiği iktisadi durum. Türkiye, Erdoğan döneminde kendi ekonomisini Batı’ya çok açtı. Müthiş bir dolarizasyon düzeyine ulaştı. ABD bundan çok memnun. Elbette bu inanılmaz bir borçlanmayı da beraberinde getirdi. Diğer yandan Türkiye’yi de çok kırılgan hale getirdi. Erdoğan’a biraz tersten pazarlık gücü veren de bu oldu. Çünkü bu borcun ödenebilmesi için bir lidere ihtiyaç var. Erdoğan “Dükkan senin” der gibi bunu garanti ediyor aslında. “Ben varsam, bu borcu öderim” diyor. “Gerektiğinde kemer sıkma işini benden daha iyi yapacak bir lider bulamazsınız” mesajını içeriyor bu durum. Yani Batı’yla kendi batırdığı siyasetin ve ekonominin üzerinden pazarlık yapıyor aslına bakarsanız. Batı da bunun farkında. Yerine birini buluncaya kadar, Erdoğan’la devam etmeyi tercih ediyorlar. 

Batı’ya yönelik sert görünen mesajlar biraz bu pazarlık gücünden geliyor o zaman.

Evet, “Bensiz ne yapacaksınız, bu borcu kim ödeyecek” diyor. 

ABD de herhalde burada Erdoğan’ın üslubundan ziyade, iki ülke arasındaki anlaşmalara ve protokollere bakıyor. Ne dersiniz?

Onunla hiç ilgilenmiyorlar. Çünkü şunu çok iyi biliyorlar ki, iki görüşmelerde söylenen şeylerle sizin medyaya ve iç kamuoyuna yönelik konuşmanız, yani tribünlere oynamanız çok farklı şeyler. Bu nedenle Erdoğan’ın o tür konuşmalarını çok ciddiye almıyorlar. 2013’ten sonra yaşadığımız süreç biraz buradan kaynaklanıyor. Bu pazarlığı tek taraflı bozmak istedi Erdoğan. Bu Batı’nın, özellikle de ABD’nin çok kabul edebileceği bir şey değil. Ama Erdoğan’ı da bir şekilde tolare etmeyi sürdürdüler. Kendileri açısından yerine daha iyisini bulamadıkları için. 

ERDOĞAN, PİYASACILIKTAN HİÇ TAVİZ VERMEDİ

Erdoğan yıllarca Batı’yı sandık yoluyla kendine mecbur etti. Ancak 31 Mart seçimleri onun bu yöndeki karizmasını bozdu. Şimdi tüm devlet imkânlarına rağmen güç kaybetmiş ve halkını ikna edemeyen bir lider profili çiziyor. Bu kısa vadede ABD ve Batı ülkeleriyle olan ilişkileri nasıl etkileyebilir? Bahsettiğiniz ‘tersten pazarlık’ durumu nasıl bir içerik kazanabilir?

Başka ülkelerle muhatap olduğunuzda sizi güçlü kılan şey, sahip olduğunuz toplumsal destektir. Erdoğan’ın şöyle bir avantajı vardı. Kendisine sadık, yüzde 40’lık bir seçmen grubu yarattı. Bu müthiş bir güç veriyordu. Bunun üzerine herhangi bir ortak aldığınızda yüzde 50’nin üzerine çıkıyorsunuz. Batı, bunu sağlayacak başka bir aktör göremedi Türkiye’de. Bir de CHP’de olmayan şöyle bir kapasitesi var; seçmeni Erdoğan’a neredeyse mutlak bir yetki delege etmiş. Türkiye siyasetinde başka hiçbir siyasi parti lideri, bu kadar esnek ve bu kadar birbirine zıt şeyleri yapma imkânına sahip değil. Dolayısıyla Batı, biz Erdoğan’la bir şey yapacaksak o kendi seçmenini ikna edebilir diye düşünüyor. Kürt açılımı da yapabilen, Kürt şehirlerini de yıkabilen biri. Ermeni açılımı yapıp, Ermenilere hakaret de edebiliyor. Önce “One minute” diyor, sonra “Mavi Marmara’yı bana mı sordunuz” diye kızıyor. Bunları başka bir lider yapamıyor Türkiye’de. Yaptığı pazarlığı, kendi seçmenine kabul ettirebilme kapasitesi var. CHP seçmenine bunu kabul ettiremezsiniz. Bunun Kılıçdaroğlu’yla ilgisi yok. Partide milimlik bir oynamaya CHP’liler hemen tepki veriyor. CHP’nin alarm durumunda bir seçmen kitlesi var. Partinin en küçük bir ideolojik oynamasına hemen ses veriyorlar. Anında fark ediyorlar ve sosyal medyadan tepkilerini dile getiriyorlar. Batı sisteminde Erdoğan’ın önemi burada. Erdoğan piyasacılıktan asla vazgeçmedi. Batı’nın gözünde Erdoğan’ı değerli kılan diğer bir husus da bu. Haziran seçimlerine giderken gördük. Bir siyasetçinin seçimden önce özelleştirme yapması, şeker fabrikalarını satması, inanılır gibi bir şey değil. Normalde siyaseten seçimden sonra yapması beklenir. Ama burada Batı’ya mesaj veriyor aslında. “Ben bu piyasa mantığından, özelleştirmeden vazgeçmiyorum. Benimle birlikte olun” anlamına geliyordu yaptığı. Tank fabrikasını da çok kolay sattı mesela. MHP ile birlikte bunları çok kolay yapabiliyor. Modern parti sistemlerinde bunların yapılabilmesi daha zordur.

ORTADOĞU’DA İSLAMCILIK HİKÂYESİ 2013’TE BİTTİ

Ortadoğu’da İslamcılık irtifa kaybediyor. 31 Mart sonuçları bu durumun Türkiye’deki izdüşümü olarak değerlendirilebilir mi?

Ortadoğu’da İslamcılık hikâyesi hem bölgesel hem de küresel bağlamda 2013 yılında bitti. İslamcılık’ın kara baharı başladı. Ortadoğu’da bundan sonra da İslamcılık kurumsal ve siyasal olarak çözülecek. Bunun dış koşulları tükendi çünkü. Ortadoğu İslamlığı dışarıdan destek alarak yaşardı. Şu anda bu destek kesildi, 2013’ten itibaren böyle bir destek yok. Batı İslamcıların iktidara gelebilmesi için 15 yıl kafa yordu, 1,5 yılda vazgeçti. 90’lardan beri Batı’da bu tartışıldı. Binlerce rapor, makale ve kitap yazıldı. Yüzlerce konferans verildi. İslamcılar iktidara gelir mi, gelirse ne yapar sorusu o kadar tartışıldı ki… Sonra 1,5 yılda vazgeçildi, “Olmuyor” dediler. 2013 sonrası Erdoğan için uzatmaları oynamaktı.

“Batı vazgeçti” dediğiniz süreç, Mısır’daki Müslüman Kardeşler tecrübesi değil mi?

Evet, tabii. Zaten en örgütlüsü oydu, biliyorlardı. Mısır’da Mübarek’i çektiğinizde yerine onların geleceği belliydi. Çünkü başka örgütlü bir yapı yok. Müslüman Kardeşler’le pazarlık yaptılar. Fakat iktidara geldikten sonra hikâyeyi uzatmadılar. Sert ve acımasız şekilde sonlandırdılar. Sonra da Mısır’dan başlayarak bölgede Müslüman Kardeşleri terörist ilan ettiler. Şu an Katar ve Türkiye dışında Müslüman Kardeşler’in ana gövdesi tasfiye edildi. Son kalan çeperdeki halka Sudan’da da tasfiye oldular. Dolayısıyla ideolojik olarak şunu söylemek mümkün, İslamcılık hikâyesi bitti. Seçimle iktidara gelmiş ve hâlâ iktidarda olan bir tek AKP var. 

TRUMP, ABD’NİN TEMEL ÇİZGİSİNİ DEĞİŞTİRMEDİ

Trump özelinde konuşursak, başkanlık yaptığı süre boyunca Türkiye politikasını ve Erdoğan’la olan iletişimini nasıl yorumluyorsunuz? Geleneksel ABD dış politikasını değiştirdi mi, yoksa sadece alışık olunmayan bir siyaset üslubuna mı sahip? 

Trump ABD’nin çizgisini değiştirmedi. Çok tipik, neoconların etkisindeki bir Cumhuriyetçi parti lideri gibi davranıyor. Farkı, üslubu. Görüşme masalarında, resmi toplantılarda ya da enformel temaslarda söylenen şeyleri tweet atarak dile getiriyor. Ve bunu hızlı yapıyor. Üstelik, daha önce diplomatik söylenen şeyleri çok açık söylüyor. Mesela “Fırat’ın doğusuna girerseniz ekonominizi çökertiriz” tweeti bunun örneği. Şimdi bunu muhtemelen, eskiden de söylüyorlardı. Ama ikili görüşmelerde… Aradaki fark bu. Trump bunu tweet atarak ve açıkça yapıyor. Çalışması da çok kolay olmayan biri. Çok fevri hareket ediyor. Devlet yönetiminden ve siyasetten çok fazla anlamıyor, bir şirket gibi ülkeyi yönetmeye çalışıyor. Bu konuda da tepki alıyor. 30 küsur danışmanı, bakanı vs değişti Trump’ın. Bu tabii çok yüksek bir sayı. Ama küresel siyasetin işleyişine baktığımızda bunlar detay kalıyor. En önemli kısmı Yahudi lobisinin çok ağır etkisi altında. Trump’la ilgili daha ciddiye alınması gereken nokta bu. Rusya’nın seçimlere müdahale etme ihtimali ve özel hayatı üzerinden hukuki bir baskı kuruyorlar. Her an görevden alınma ihtimaliyle köşeye sıkıştırılmış gibi görünüyor. Trump’ı belki farklılaştıran şey bu. Açıklarının olması ve neocon ekibin bu açıklar üzerinden Trump’ı sıkıştırıp istediklerini elde etmesi. 

ABD ve Batı, Erdoğan’ın yerine, mevcut sistemi ekonomik ve politik olarak benimseyen yeni bir aktöre destek verir mi? Yoksa bunu Türkiye’nin kendi iç meselesi olarak görüp, yaşanacaklara tarafsız kalmayı mı tercih eder?

ABD temel noktalarda sorun çıkarmayan her aktörle çalışır. Türk-Amerikan ilişkilerinde sorun Fırat’ın doğusu değildir. Sorun Türkiye’nin S-400 alıp almaması meselesidir. Dolayısıyla ABD şunu bilir; Erdoğan değil başka bir iktidar da olsa, Türkiye, Fırat’ın doğusunda bir Kürt oluşumuna itiraz edecektir, istemeyecektir. Yani bunun Erdoğan’dan bağımsız bir mesele olduğunun farkındalar. O yüzden bunu Erdoğan eksenli görmüyorlar. Ama S-400 meselesi daha farklı, orada ciddi bir durum var. 

S-400’LERİN ALINMA İHTİMALİ ÇOK DÜŞÜK

Hükümetin S-400’leri alıp ABD’ye sırt çevirme ihtimalini kuvvetli görüyor musunuz? Eğer bunu yaparsa, bu hamle Türk dış politikası için ne ifade eder?

Erdoğan’ın çizgisi, Türkiye’nin içinde bulunduğu hem dış politik hem de iktisadi koşullar, S-400’lerin alınma ihtimalinin olmadığını gösteriyor bize. Ama bu iş biraz uzadı. Erdoğan neredeyse geri dönüşü olmayacak bir noktaya doğru gidiyor. Bir şeyi çok uzatırsanız, her iki seçenek de aleyhinize işlemeye başlar. Şu an o noktada doğru bir seyir var. Bu basit bir şey değil. Kalaşnikof almıyorsunuz. Aldığınız şey, çok gelişmiş ve geniş bir menzilde radar taraması yapan bir füze sistemi. Stratejik bağımlılık yaratmış oluyorsunuz. Şimdi bunu ABD kabul etmiyor. Aslında “Alamazsınız” da demiyor. Ama “Alırsanız ben de Patriotları ve F35’leri vermem. Hem ondan hem benden alışveriş yapamazsın” diyor. Bunu göze alıyorsanız, tamam. Sonuçta egemen bir ülkesiniz. ABD buna engel olamaz. Yolda gelirken S-400’lerin önünü kesemez. Türkiye istiyorsa bunu alsın. Bence hiçbirinden almasın, o ayrı. Fakat şöyle bir sorun var, bu stratejik bağımlılık yaratacak. Burada Erdoğan’ın pazarlık etmesinin iki sebebi var. Birincisi pazarlığı en son noktaya götürmek istiyor, ABD’nin sabrını zorluyor.

Erdoğan bunu yaparken ne planlıyor?

Muhtemelen başka yerlerde bunu koz olarak kullanmak istiyor. Mesela Fırat’ın doğusunda. “Ben S-400 almayayım ama bunun karşısında oradaki alanım genişlesin” diye hesap yapıyor. Genelde Amerikalılar buna yanaşmazlar. Çünkü eşdeğer pazarlık yaparlar. Onlara göre S-400’ün karşılığı Patriot ve F35’tir. “Öteki başka bir konu” derler. Eğer Türkiye, gerçekten söylendiği gibi temmuz ayında S-400’leri alırsa, bu sürpriz olur. Türkiye’nin koşulları ve Erdoğan’ın pragmatik yönetim tarzı, bu sistemin alınmamasının daha olası olduğunu gösteriyor. Eğer alınırsa, Erdoğan üzerinde Avrasyacı blokun etkisinin çok fazla olduğunu anlamış oluruz. Onlar çok ısrarcı bu konuda.

Peki, S-400’ler alınmazsa AKP’nin Rusya ile olan ilişkisi nasıl bir hal alabilir?

Rusya şimdiden mesaj veriyor. Suriye üzerinden İdlib’i bombalamaya başladılar. Rusya’nın amacı, Türkiye ile ABD arasında ayrım yaratmak. Şöyle bir şey olabilir; Türkiye S-400’lerin parasını öder, ama sistem Rusya’nın elinde kalır ve bunu da Hindistan’a satar. 

AKP’nin sistemin parasını ödeyip almama ihtimali var yani, öyle mi?

Yapar. Kaporayı vermiş. Bunlar şeffaf değil, bilmiyoruz tam olarak. Rusya ile böyle bir pazarlık yapabilir. Sistemi almamanın bir diyeti olarak, S-400’lerin kaporası yanabilir. 1-1,5 milyar dolar bir şirket için müthiş bir para. Rusya’ya böyle bir diyet ödeyerek bu işten çıkabilirler. Bu tür pazarlıklar olabilir. Zaten şu an birçok noktadan köşeye sıkışmış durumda Erdoğan. Bunların çoğu da, kendi aldığı kararlarla başına gelmiş problemler. 

SURİYE’DE İŞLER BUNDAN SONRA DAHA ZOR OLACAK

Suriye politikasında ve Türkiye’nin buradaki pozisyonunda bir sürpriz bekliyor musunuz?

Rusya’dan füze sistemini alırsa, ABD buna bir tepki gösterecek. Çok kırılgan bir durum var. Sözünün edilmesi bile döviz kurunu yükseltiyor. Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığına dair sıkıntılar başlayabilir. Sonuçta Suriye’de çok fazla derine girdi ve çok fazla angaje oldu. Bunun Türkiye açısından başka sorunlar ortaya çıkarabilir. Orada güvenli bir coğrafyada değilsiniz. Riskli alanlar bunlar. Şimdiye kadar idare etti ama bundan sonrası kolay değil. 

Erdoğan son yıllarda Rusya ve ABD arasındaki boşluğa oynayıp burada kimi manevralarla dış politikada mesafe almaya ve zaman kazanmaya çalıştı. Önümüzdeki dönemde de bu devam edebilir mi?

Denge politikasının sonuna geldi. Artık gidebileceği fazla bir alan yok. 31 Mart seçimi bu sıkışıklığını bir miktar daha artırdı. Yani eskiden en azından şunu söyleyebiliyordu; “Benim arkamda müthiş bir halk desteği var.” Bu liderleri uluslararası alanda güçlü kılan bir faktördür. Şimdi bu imkân elinden gitti. Şimdi gücü törpülenmiş ve inişe geçmiş bir lider görüntüsü veriyor. O yüzden de yapacağı pazarlıklarda eli eskisi kadar güçlü olmayacak.

SORUN, IMF’YE GİDECEK DURUMA DÜŞMEKTİR

Yaşanan ekonomik kriz nedeniyle AKP’nin IMF’ye gideceği ya da IMF izi taşıyan bir ekonomik programı devreye sokacağı yönünde kimi görüşler dile getiriliyor. Böylesi bir durumda ABD, Türkiye’ye karşı nasıl bir politika izler?

Bu ABD’nin en sevdiği şey, büyük destek verirler. Sorun IMF’ye gitmek değildir, IMF’ye gidecek duruma düşmektir. Bir başka deyişle, problem doktora gitmek değildir, doktora gidecek kadar hasta olmaktır. Sonuçta bir sıcak para bulmanız gerekiyor ve faiz oranı nerede düşükse oraya gidiyorsunuz. IMF’ye gitmenin anlamı bu. IMF bir banka değil, uluslararası bir kuruluş. Bankadan farklı olarak daha ucuz kredi veriyor ama geri ödemeyi garanti etmek için halkı zor durumda bırakıyor. Devletten de bunu istiyor. “Sen kendi halkını zorla, kemer sık, para artır ve borcunu öde” diyor. Onun için diyorum, esas mesele IMF değil, esas mesele senin bu ekonomiyi doğru düzgün yönetememen. IMF’ye giderse, ülke yönetiminde de önemli değişiklikler yapabilir Erdoğan. 

Kabinede revizyon olabilir mi?

Olabilir, tabii. Öyle bir durumda ekonomi yönetiminin profesyonelleşmesini bekleniyor. O durumda da Maliye Bakanı’yla (Berat Albayrak) işe başlanır. Muhtemelen döviz kuru stabilize olur ve sıcak para girer. Yabancı sermaye gelmeye başlayabilir vs. Ama tabii IMF’nin kapısına düşmek uzun vadede çok ağır sonuçlar doğurur. 

İLİŞKİLERİ SEÇİM İPTALİ DEĞİL GÜÇ KAYBI ETKİLEYECEK

YSK’nin İstanbul seçimlerini iptal etmesi, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini kısa, orta ve uzun vadede nasıl etkileyebilir?

İstanbul seçimlerinin iptal edilmesi Batı ile ilişkileri doğrudan etkilemez. Türkiye’deki otoriterleşme eğilimlerini Batılı ülkeler gayet iyi biliyorlar, yakından takip ediyorlar ve tutuklanan yabancılar durumunda doğrudan deneyimliyorlar. Asıl etkisi Erdoğan’ın içeride gücünün azalmasının yarattığı sonuçlar olabilir. Yakın zamana kadar Erdoğan, yenilmez ve dolayısıyla Batı’nın her durumda birlikte çalışmak zorunda olduğu, mecbur olduğu bir liderdi. Bu durum Erdoğan’ın pazarlık gücünü artırıyordu. Burada artık kısmi bir kayıp yaşanacak.