Korkut Boratav: Orta döneme, düzen-içi seçeneklerden radikal bir kopuş perspektifi ile bakmalıyız. Kısa dönemde ise emekçilerin toplumsal bunalıma karşı günü gününe savunulması temel sorundur.

Prof. Dr. Korkut Boratav, BirGün'e konuştu: Saray’ın saati seçime ayarlı

POLİTİKA SERVİSİ

Erdoğan birçok ekonomist tarafından intihar olarak yorumlanan bir plan içinde ilerliyor. Söylemlerinden seçime kadar da bu çizgide kalacağı anlaşılıyor. Prof. Korkut Boratav’la iktidarın yol haritasını ve sol-sosyalistlerin tutumunu konuştuk.

AKP’nin izlediği ekonomi politikası ne anlama geliyor? Ne yapılmaya çalışılıyor?

Saray iktidarı bugün, 2017’den itibaren izlemeye çalıştığı ekonomi politikasının karşılaştığı engelleri aşmak ve “engelsiz düzenleme”yi seçimlere kadar sürdürme niyetinde görünüyor.

Bu politikanın özelliği nedir? Engelsiz biçimle ne hedefliyor?

Ana özelliği, 2017’ye kadar büyük ölçüde kabullenilen, uygulanan neoliberal politikanın makro-ekonomik ilkelerinden kısmî bir kopmadır. 2015 sonrasına uluslararası sermaye hareketleri frenlendi. Yeni ortamda dış kaynak akımlarına fazlasıyla bağımlı olan Türkiye’den “enflasyon hedeflemesi” diye bilinen parasal disiplin beklendi. 2017’de AKP iktidarı bir seçim konjonktürüne girdi ve sıkı para politikasını (enflasyonu aşan faizleri) kabul edemedi. Dış kaynaklardaki daralmayı ucuz kredi pompalamasına dayalı iç talep genişlemesi ile telafi etmeye çalıştı. O yıl yüksek “büyüme sağlayabildi; ama aynı zamanda dış denge ve kapasite sınırlarına çarptı. Enflasyonun hızlanması ve döviz fiyatlarının tırmanması ile karşılaştı. Sonraki yıllarda döviz krizleri, AKP politikalarında revizyonu zorladı. Eylül 2018’de ve Kasım 2020’de bu krizler finansal istikrarı hedefleyen sıkı para (yüksek faiz) politikalarına geçilerek geçiştirildi.

Bu deneyimin, Saray iktidarına iki ders verdiğini düşünüyorum. Birinci derse göre, ucuz kredi pompalamasına dayalı iç talep genişlemesi, millî gelirde anlamlı büyüme tempoları gerçekleştirmektedir. Yüzde 7,5’lik büyüme getiren 2017 bir örnektir. Diğer örnek, Covid-19 salgınında tüm dünya ekonomisinin daraldığı 2020’dir. O yıl Türkiye G20 ülkelerinin büyüme sıralamasında ikincidir. İkinci ders, neoliberal istikrar programlarına ilişkin bir uyarı içeriyor. Eylül 2018’deki istikrar programının politik bedeli, 2019 büyükşehir belediye seçimlerinin yenilgisi olmuştur. “İkinci ders”in öğrettiği siyasal maliyet artık göze alınamaz. Saray da 2021’de finansal disipline son vermeye, seçim konjonktürüne dönmeye karar verdi. Aşamalarını gözledik; gözlüyoruz. Dört aylık yüksek faiz dönemine TCMB Başkanı Mart 2021’de değiştirilerek son vermek istendi. Yeni başkan faiz indirimi için altı ay bekledi. Galiba bu gecikme Saray’ı, açık bir “ekonomik savaş” çizgisine yöneltti.

Cumhurbaşkanı’nın 22 Kasım açıklaması bu yönelişin ana öğelerini ortaya koyuyor: Seçime kadar herhangi bir parasal daralma programı gündem dışıdır; büyüme önceliklidir. Bu politikaya karşı çıkanlar da bir “ekonomik savaş”ın muhatapları olacaktır. Bir anlamda, “iç düşmanlara karşı” bir savaş… Seçim konjonktürüne göre, bu politikanın muhalifleri “ekonomik terörist” muamelesi de görebilirler.

Saray’ın büyüme politikasının özelliklerini 2017-2021 yıllarında istikrar programı engellerine takılmadığı dönemlerde gözledik: Ana araç, TCMB ve kamu bankalarının sürüklediği, şirketlere dönük çok yüksek tempolu kredi genişlemesidir. Muafiyetler, istisnalar, garantiler ile bütçeden de destekleniyor. Dış borçlar, özel sektörden Hazine, TCMB ve kamu bankalarına kaydırılır; döviz borçlusu şirketlerin iflasları ve bankaları sürüklemeleri önlenir. Bu yöntemler sayesinde ekonomi belli bir büyüme temposunu sürdürebilir. Bu “politika sepeti” içinde kredi akımlarının gelirlere, servetlere yansıması, şirketler, bankalar ve Saray tarafından belirlenir. Sonuç, gelir dağılımının emekçi sınıflar aleyhine dramatik boyutlarda bozulması oldu. İnşaat ve (2020 sonrasında) ihracat odaklı büyüme, istihdamı artıramadı; geniş anlamda işsizlik oranı sürdürülemez düzeylere tırmandı... Ekonominin küçülmesi önlendi; ama ağır bir toplumsal bunalım pahasına…

En geç Haziran 2023’e kadar Türkiye’nin bu politika bileşkesi ve onun sonuçları ile yaşayacağı öngörülebilir. Önceki dönemlerde yaşanmayan bir fark var: 22 Kasım’da başlatılan resmî söylemin iç ve dış çevrelerde yarattığı tedirginliklerden türeyen döviz kuru - enflasyon sarmalı ile de baş etmek gerekiyor.

Bu “sarmal”, şu anda kriz olarak algılanıyor. Bu ekonomi politikası ile krizden çıkış mümkün mü? Halka ‘kurtuluş savaşı’ çağrıları yapılarak ‘kuru soğan yiyin, dişinizi sıkın’ deniliyor. Emekçiler için nasıl sonuçları üretecek?

Cumhurbaşkanı’nın, üstelik “Cumhuriyet tarihinde ilk defa” olarak ilan ettiği ekonomi politikası iç ve dış sermaye çevrelerinde bir “meydan okuma ve kopuş” olarak algılanırsa, dış kaynak hareketleri tersine döner; şirket iflasları yaygınlaşır; iş hayatı felce uğrar; tasarruf sahiplerinin dolara kaçışı hızlanır. Bir ödemeler dengesi krizi gündeme gelir.

Buna karşılık zaman içinde belli bir denge de oluşabilir. Saray bir süre susarsa, uluslararası finans çevreleri bugünkü kargaşayı seçim ortamına bağlayabilir; dahası, mevcut durumu “fırsat” olarak da algılayabilir. Dövizin tırmanması Türkiye’nin tüm finansal ve sabit varlıklarını ucuzlatmıştır; gayrimenkullere ve borsaya giriş zamanıdır. Doğrudan yatırım girişleri döviz piyasalarını dengeleyebilir. Dövizin pahalılaşması, enflasyonun üzerinde seyretmişse ihracat canlanır; cari açık frenlenir; bazı aylarda son bulabilir.

İkinci bir dengelenme etkeni, iç talebin frenlenmesi ile gerçekleşebilir. Kritik değişken enflasyonun reel ücretleri ve çiftçi gelirlerini aşındırmasıdır. Bölüşüm ilişkileri şirketlerin ve Saray’ın denetimindedir; emek örgütsüz ve çaresizdir. Döviz cinsinden ücretlerin çöktüğü bir ortam, ihracata dönük sermaye çevrelerini ihya eder. Bu etkenlerin birlikteliği döviz kuru - enflasyon sarmalını frenleyebilir; üst düzeylerde bir noktada istikrar sağlanabilir. Hiperenflasyon ve bir dış borç krizi önlenmiş olabilir. Ama emekçi sınıfların önceki yıllarda sürüklendiği toplumsal bunalım kalıcı hale gelmiştir. Dolayısıyla ekonomik kriz ile toplumsal bunalım ayrımı yapılmalı ve sol muhalefet, “kriz AKP iktidarına son verecektir” yanılgısına kapılmamalıdır.

Bu kriz ortamında emekçi halk kesimlerinin pahalılık ve zamlar altında ezilmemesi için acil mücadele talepleri ne olmalıdır?

Sosyalist sol, patlak veren döviz krizine ve ekonomik istikrarsızlığı karşı, neoliberal makro-ekonomik programı sahiplenemez. Örtülü olarak böyle bir programı varsayan IMF, 2026’ya kadar Türkiye için yüzde 3,3’lük bir büyüme temposu öngörüyor. Bugünkü toplumsal bunalımın özet bir göstergesini, son dokuz ayın istihdam verilerine göz atarak ve üç yıl öncesiyle karşılaştırarak vereyim: Çalışma yaşındaki nüfus, Ocak-Eylül 2018-2021 arasında 3 milyon artmış; istihdam 380 bin azalmıştır. Sözünü ettiğim neoliberal program, vadettiği ılımlı büyüme eğilimi ile bu insanları üretime çekemez; önceki yıllardan yığılan atıl emek rezervlerini kalıcı kılar; toplumsal bunalımı geleceğe de taşır. Bu nedenle orta döneme, düzen-içi seçeneklerden radikal bir kopuş perspektifi ile bakmalıyız.

Kısa dönemde emekçilerin toplumsal bunalıma karşı günü gününe savunulması temel sorundur. İktidar (asgari ücretler, maaşlar, emeklilerin ve kamu işçilerinin aylıkları gibi) denetleyebildiği tüm emek gelirlerine, güvenilmez TÜİK/TÜFE istatistikleri ile sınırlı bir zam getirebilir; o kadar… Son aylarda yoğunlaşan, resmî istatistiklere yansımayan enflasyonun yarattığı gerçek gelir kayıplarının telafisi gündem dışıdır.

Tekrar sosyalist muhalefetin tepkisi ne olmalı sorusuna dönersek. 2021 kayıplarının telafisinde bu yıl için doğrudan doğruya Saray’ın belirlediği, yüzde 36,2’lik “yeniden değerlendirme oranı” hareket noktası alınmalı; bu alt-sınıra yine Saray’ın öngördüğü yüzde 9’luk büyüme (refah payı) eklenmelidir. 2022 için aynı gelir türleri aylık enflasyon verilerine göre her ay yeniden düzenlemelidir. Bu tür bir savunma yöntemi, özel sektördeki toplu sözleşme görüşmelerinde hareket noktası olabilir. İhracata dönük sanayi kollarında ve tarım ürünlerinde işçiler ve çiftçiler, döviz artışlarından pay talep etmelidir.

Emek örgütlerinin güçlü olduğu 1989-1993 yıllarında bu savunma yöntemi koalisyon hükümetleri tarafından kabul edilmiş; yüksek enflasyon ortamında ücret paylarının yükseltilmesi mümkün olmuş; sanayi sermayesi kâr marjlarının aşınmasını sineye çekmiş; hiperenlasyon bu sayede önlenebilmişti. Sendikalaşma oranlarının sembolik düzeylere indiği bugünlerde siyasal iktidara ve işverenlere bu düzenlemeyi kabul ettirmek mümkün değil. Yine de, enflasyon nedeniyle gelir dağılımında meydana gelen bozulma, işveren örgütleri tarafından dahi kabul edilmektedir. Sosyalist muhalefet, geçmiş enflasyon dönemlerinde emeği koruyan uygulamaları hatırlamalı; hatırlatmalıdır. Hâlâ pazarlık gücü olan sendikalar ve tüm emekçi örgütleri “mümkün olanın azamisini” talep etmelidir.