İki senedir büyük bir direnişe sahne olan Boğaziçi Üniversitesi’nin eski rektörü Prof. Dr. Üstün Ergüder’e göre iktidarın otoriterleşmesi üniversitenin performansını hiç olmadığı kadar düşürüyor. Prof. Dr. Ergüder, “Üniversite düşünmeyi öğretir. Bu da akademik özgürlükten, özerklikten geçer. Yeni teknoloji yaratacaksan, bırakacaksın birtakım insanlar düşünsünler, yapsınlar” diyor.

Prof. Dr. Üstün Ergüder: Otoriterleşen rejim özgür akademiye engel
Fotoğraf: Depophotos

Umut Can FIRTINA

Eğitim alanı son 20 yılda adeta bir enkaza döndü. Özellikle yükseköğretimde sıkıntı büyük. Kişiye özel kadrolardan üniversitelerin özerkliğinin yok edilmesine dek her alanda sorunlar ağırlaştı. Ülkenin farklı üniversitelerinden 50 akademisyenin katılımıyla geçtiğimiz ay açıklanan “Türkiye’de Yükseköğretimin Yeniden Yapılandırılması Çalıştayı’nın sonuç raporunda da hem bu sorunlara hem çözüm önerilerine yer verildi.

Üniversitelerin özerkliği ve eğitimde kalitenin sağlanması için önemli çalışmalara imza atan, Boğaziçi Üniversitesi eski Rektörü Prof. Dr. Üstün Ergüder’e akademide gelinen noktaya ilişkin sorularımızı yönelttik.

Türkiye’de Yükseköğretimin Yeniden Yapılandırılması Çalıştayı’nın sonuç raporu yayımlandı. Raporun ‘YÖK jenerasyonunda’ yetişen, birçok farklı üniversiteden 50 akademisyenle hazırlandı. Diğerlerinden farkı nedir?

Bizim hazırladığımız raporlar, eskiyi bilerek, YÖK düzenini sorgulayarak hazırlandı. Onlar, yani genç arkadaşlar, YÖK sistemi içinde kariyerlerini yürüttüler ve sistemi sorgulamaya başladılar. Ama sonunda aynı kapıya çıktık. Bu sistemde zaten aynı kapıya çıkmak zorundasın.

Akademisyenler YÖK’ün üniversiteler üzerinde yarattığı tahribatın farkında, peki ya onların dışındakiler?

İlk başta akademinin ne olduğunu bilmen lazım. Biz kamuoyuna doğru dürüst anlatamadık. Akademik özgürlük ve kurumsal özerklik. Bizim toplumda “Orada birtakım adamlar var, çok okumuşlar, biraz uçuklar, şımarıklar” bakışı var. Üniversite bir meslek okulu değildir, düşünmeyi öğretir. Bunun için de düşünmeyi öğrenmen, aykırıyı da düşünmen, yeniyi keşfetmen lazım. Bu da akademik özgürlükten, özerklikten geçer. Bizim anlatamadığımız, bunlar topluma niye yararlı? Yeni teknoloji yaratacaksan, bırakacaksın birtakım insanlar düşünsünler, yapsınlar. Onların üretebilmeleri için üniversitelerin kendilerini örgütleme imkânları olmalı.

Sabancı Üniversitesi kurulduğu zaman Rektör Tosun Terzioğlu “Bu üniversite farklı olsun” dedi. Nasıl farklı olsun? Bölümler olmasın fakülte içinde. Bölümler olduğu zaman farklı disiplinler aralarına duvarlar koyuyorlar. Hâlbuki gittiğimiz dünyada çok boyutlu düşünebilmen lazım. Bunun için disiplinler arası temas, iletişim, proje üretmek gerek. Türkiye için yenilikçi bir yapıydı. Peki, bu YÖK düzeninin altında nasıl mümkün oldu? O günkü YÖK Başkanı Kemal Gürüz, bu konuları bilen vizyoner birisiydi. Ancak her zaman böyle birisi olmuyor. Bu bir sistem meselesi. Benim için YÖK tarihi, her geçen gün YÖK’ün biraz daha merkezileşmesi, buyurgan olması. En çok bundan korkuyordum, çünkü üniversite çok önemli. Bir okul değil, farklılık yaratabilmesi lazım.

YÖK’ün kurucusu İhsan Doğramacı ile çok tartışırdık. Biz “YÖK sisteminde üniversite özerkliği kalmadı” demiştik. O da “Hayır, siz YÖK sayesinde özerksiniz, çünkü biz Cumhurbaşkanı’na bağlıyız ve özerkliği koruruz” dedi. O zamanki cumhurbaşkanları farklıydı. Şimdi sistem değişti. Siyaset bilimcisi olduğum için biraz daha eleştirel ve zaman boyutunda bakabiliyordum. “Gün gelir başkanlık sistemine geçersek veya Cumhurbaşkanları aynı zamanda siyasi parti başkanları olursa ne olur?” diye düşünüyordum.

Fotoğraf: BirGünFotoğraf: BirGün

LİYAKAT KALİTEYİ ARTIRAN EN ÖNEMLİ UNSUR

Peki, üniversitelerin özerkliğinin önemini topluma neden anlatamıyoruz hocam?

Toplum “akademisyenlerin şımarıklığı” olarak bakıyor. Bir kere teorik olarak faydası şu: Üniversiteler rekabet ederse teknolojik yenilikler, yeni icatlar gelişiyor, topluma olan faydası artıyor. Sistemler otoriterleştikçe, üniversiteler üzerindeki otoriterlik de artıyor. Bu da üniversitelerin performansını düşürüyor.

Boğaziçi ve ODTÜ’de liyakate çok fazla sahip çıkılmaya çalışılır. Bir bölüme akademisyen alınırken ince elenip sık dokunur ve bu hiçbir şekilde siyasi değil. Son zamanlarda iktidar cenahından Boğaziçi’nin bu tavrının siyasi olduğuna dair söylemler duyuyorum. Hayır, bu liyakat meselesi. Hiçbir zaman da siyasi düşüncelerle insan almamıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan bir konuşmasında “Siz içinize kapanıksınız, hiç kimseyi almıyorsunuz” demişti. Böyle bir iki örnek bulunabilir belki, ancak üniversitenin performansına bakın. Liyakate riayet ettiği için dünya çapında tanınan bir üniversite. Biz bir öğrencimizi yurtdışına gönderirken referans yazdığımız zaman dikkatle okunuyor. Çünkü dünyada bu hassasiyet biliniyor.

Liyakatten bahsettiniz. Günümüzde üniversitelere Cumhurbaşkanı tarafından atanan rektörler söz konusu. Bunu nasıl karşılıyorsunuz?

Bu olay bana biraz siyasi gibi geliyor. Biz farklılığı pek sevmeyen bir toplumuz. Boğaziçi’nde bu bakıştan dolayı düşük profil politikası vardı. 90’larda yüksek profil zamanı geldi, “Biz burada güzel işler yapıyoruz, bunları duyuralım, dünyaya açılalım. Türkiye’de diğer üniversitelerle iyi ilişkiler kuralım, yeni kurulanlara el uzatalım” dedik. Boğaziçi’nin öğrenciye ve akademisyene sağladığı özgürlük alanı yadırganıyordu tabii dışardan. Herkes oraya gitmek ister, fakat fırsat bulunca da baltayı vurur, eleştirir. Ancak, gene de kızını veya oğlunu orada okutmak ister. Sadece bugünkü iktidar değil, eskiden de böyleydi.

Rektör seçimlerinde dünyanın birçok yerinde farklı sistemler var. Amerika’da üniversitelerin rektörleri seçilmiyor, atanıyor. Ama bir senelik süreçte adayların kim olduğu tartışılıyor, adaylar gidip üniversiteyle tanışıyor, insanlarla konuşuyor. Öyle bir gecede tepeden kimse gelmiyor. Atamalar pişirilerek, yani şeffaf ve katılımcı bir süreç sonrasında yapılıyor. Burada itiraz edilmesi gereken, “Bizim de söyleyeceklerimiz olsun” demek.

ÇOCUKLARI MEŞGUL EDEN AJAN

Son 20 yılda açılan üniversite ve öğrenci sayısı artarken nitelik düşüyor. Bu kadar fazla üniversite neden var?

Rektör olduğumda ilk gittiğim üniversiteler arası toplantıda, Ağustos 1992’de 29 üniversite vardı. Birkaç ay sonra gittiğim ikinci toplantıda 54’tü. Süleyman Demirel���le bir konuşmamızda eleştirdim, “Bu kadar üniversitesi açıyorsunuz, o kadar öğretim üyesi yok, kaliteli eğitim vermeniz güç” dedim. “Türkiye’nin nüfusu genç, bu çocuklar sokakta olacağına bir yerlere girsinler. Trabzon’u, Eskişehir’i gez, bak üniversiteler o şehirleri nasıl değiştirmiş” dedi. Eskişehir’e gittiğimde o gözle baktım, şehir dönüşüyor. O gelen gençlik bir hayat kazandırmış.

Fakat önemli olan o kurum gerçek bir üniversite oluyor mu olmuyor mu? Üniversiteleri bu kadar yığarsan, akademisyen yetiştirmekte darboğazdaysan, akademisyenlerin konusunda da eşitsizlik varsa sorun yaşarsın. Üniversiteler Anadolu’yu geliştirmek için, çocukları meşgul eden bir ajan olarak kullanılıyor. Üniversitenin temel fonksiyonu bu değil.

Boğaziçi’nin 2000’li yıllarda 3 bin öğrencisi olması planlanıyordu. Ben 10 bin 500 kişiyle devraldım, 9 bin 500’le devrettim. Dilimde tüy bitti “Bu kadar öğrenciyi yığarsanız kalite düşer” demekten.

Üniversitelerdeki yığılma işsizliği ötelemek olmuyor mu?

Tabii, üniversitelerin işsiz yaratması da var. İşsizliği ancak erteliyorlar. Üniversitenin yetiştirdiği insanın dünyayı analiz edebilmesi, iyi lisan bilmesi ve devamlı öğrenmeyi öğrenmesi lazım. Mühendislik ve doktorluk hariç gerisi ana bilgi veren programlar.

Sadece yükseköğretimde değil, eğitimin her kademesinde de çalışmalarınız oldu, 2003 yılında Eğitim Reformu Girişimi’ni (ERG) kurdunuz…

Tosun Terzioğlu’yla, şimdi tutuklu olan Hakan Altınay’la, Ayla Göksel’le konuşurken, “Eğitimde kaliteyi yükseltmek için uğraşacak bir sivil toplum kuruluşu yaratalım” derdik. Bir baskı oluştursun, gerektiğinde MEB’le çalışsın, toplumu bilinçlendirsin. Böylece ERG’yi kurduk. 90’larda rektörlük yapmış, Avrupa Üniversiteler Birliği’nde aktif olmuş, merkezi İtalya, Bologna’da bulunan Magna Charta Akademik Özgürlük ve Kurumsal Özerklik kurumunun eski başkanı ve kaliteyi ölçebilecek birisi olarak “Bizim sorunumuz yükseköğretim değil, yükseköğretime gelen öğrenci” diyordum. ‘Dost Eleştirmen’ koyduk adını, bildiğimizi söyledik hep. “Bilgi bu, veri bu, şunu şöyle yapsan daha iyi olur” diye dostane bir dille anlattık. MEB ile zaman zaman çalıştığımız oldu, zaman zaman ters düştük.

MEB’İ ELE GEÇİRMEK HEDEF HALİNE GELİYOR

Türkiye’de her zaman böyleydi ancak özellikle AKP döneminde sıkça Milli Eğitim Bakanının değiştiğini görüyoruz. Her gelen yeni bir müfredatla, sınav sistemiyle radikal değişiklikler yapıyor. Sürekli yapılan bu değişikliklerin eğitime etkisi ne oldu?

Türkiye’de eğitim üzerine artık bir milli mutabakat olması lazım. Eğitimi siyasi çekişmenin olmadığı bir yere koymak lazım. Uzun soluklu bir program lazım. Eğitim o kadar merkezileşmiş ki, Milli Eğitim Bakanlığı’nı ele geçirmek oldukça önemli bir siyasi ve ideolojik hedef oluyor.

Eğitim sistemi yapboz haline geldi…

Gelir tabii, bırak iktidar değişimini, iktidar içindeki klik değişimleri bile buna sebep olur. Hele ideolojiye daha yatkınsa siyasi partiler, ele geçirdiğin mükâfat da daha büyük oluyor. O yüzden ideolojiyi bir kenara bırakıp milli eğitim hedefleri üzerinde anlaşmak lazım.

Bu hedefi garanti altına alacak şey ne olur?

O zaman da sorun çıkıyor, bir merkezi yapı kuruyorsun, onu da ele geçiriyorlar. Önceden bahsettiğim, YÖK kurucusu İhsan Doğramacı’nın “Cumhurbaşkanı, üniversite özerkliğinin garantisidir. Siyasi bir şahsiyet değil, toplumun saygın bir makamıdır” cevabı. Şimdi o sistem de yok olmaya başladı. Özal, Demirel gibi isimler eski cumhurbaşkanları modeline uymaya dikkat ettiler. Cumhurbaşkanlığında siyasileşme başladıkça bu garantiyi de kaybetmeye başladık.

***

GELENEĞİ BOZDULAR​

2021 yılında Melih Bulu ve Naci İnci’nin Cumhurbaşkanı tarafından Boğaziçi’ne rektör olarak atanması, öğrenci ve akademisyenlerin büyük tepkisine yol açtı. 700 günü aşkın süredir akademisyenlerin protestosu sürüyor. Boğaziçililerin direnişi hakkında ne söylemek istersiniz?

Büyük bir şoktu bu. İlk şok 2016’da oldu. Gülay Barbarosoğlu o dönem rektördü. Onun yerine Cumhurbaşkanı tarafından atanan Mehmed Özkan, Boğaziçi’nin değerlerini çok iyi bildiği için, oranın rektörü olmasını da bildi. Bu YÖK sisteminde şöyle bir baskı vardır: “Sen YÖK’ün rektörü mü olacaksın, üniversitenin rektörü mü?” Birinden birini karşına alırsın, o yüzden o dengeleri iyi kurmak lazım. 2008’de Ayşe Soysal rektörken seçim yapıldı, Kadri Özçaldıran birinci, Soysal ikinci oldu. Cumhurbaşkanı Soysal’ı atamak istedi. Soysal, geleneğe aykırı olduğunu için reddetti.

Böyle bir dönemden geçerken, 2021’de bir anda Melih Bulu geldi. Bana ziyarete geldiğinde kendisine dediğim “İşin zor” oldu. Bu geleneğin ardından bunların yapılması tasvip edebileceğim bir şey değil. Şimdi öğrencilere ve akademisyenlere bu yapılanlar tabii ki üniversitenin hafızasında bir çentik bırakıyor.