Nereden başlamalı? Bence en iyisi 12 Eylül, yani toplumun ar damarının çatladığı yerden

Nereden başlamalı? Bence en iyisi 12 Eylül, yani toplumun ar damarının çatladığı yerden. 12 Eylül’den önce Türkiye her şeyin bir adı vardı, herkes kendi adına göre davranışlarını düzenlerdi. Belki de aşırı düzeylerde. Sonra adlar karışmaya başladı, araya profesyoneller girdi.
Adam oyuncu, yönetmen, tiyatrocu, edebiyatçı, akademisyen, siyasetçi, eğitimci, işadamı… hiç fark etmiyor. Yaptığın senin gibi bir adama yakışmıyor deseniz, cevabı hazır: ben profesyonelim. Kimlikler ve kişilikler eridi gitti. Piyasa bunu kaldırıyor diye, adam piyasa koklamaktan kendi olamaz oldu. Her türlü ahlak-dışı edimin savunusu için kullanılıyor, avukatı da kullanıyor bunu, savcısı da, hâkimi de, yazarı da, bakanı da, sivil toplum örgütü de. Ama gerçek şu ki bir toplumda adların, tanımların, ahlaki ilkelerin bu kadar karışması hiç iyi değildir, sonuçta amorf bir kitle oluşur, ahlaki ilkeler yıprandıkça, toplumda ilk eriyen güven ve beklenti duygusudur. Ondan bunu beklemezdim, toplumsal olarak histerik çığlıklarımızda başköşeye oturmuş durumda.
Böyle şeyleri düşününce aklıma sinemadan iki isim gelir: Yılmaz Güney ve Halit Refiğ.
Güney, sinemada üretim sürecine girmesine vesile olan Komünizm propagandası yapmaktan yargılanmak, daha sonra ahlaki ilkelerinin başköşesine oturmuştu. Nitekim 1970’lerde komünizm propagandası yapmaktan yargılanırken, mahkemede, komünistlik herkesin yapabileceği bir şey değil, yapabilirsem ne mutlu, ben de elimden geldiğimce halkım için çalışıyorum diye savunma yapmıştır. Daha hapiste olduğu yıllarda, düpedüz oturup geleceği hakkında derin derin düşünürken, ilk önce teorik olarak sinemamızda katkıda bulunmuş, içinde bulunduğu gerçeği anlamıştı. Buna Yeşilçam’ın paradoksu denir, ilk gören ve çözen de Yılmaz Güney’dir. Çözmesini bırakın, bunu görebilmek bile sosyolojik/iktisadi/estetik düzlemde bir katkıdır. Daha sonra Çirkin Kral filmleri gelir. Nihayetinde Umut’u yaptığında açıkça Onat Kutlar’a “Tuncel Kurtiz’le ben Yeşilçam’da iki fahişeydik, ama hiç kirlenmedik” demişti. Hakikaten oyunu kurallarına göre oynamak başka, ahlaki olarak kirlenmek başka. Hoş, Yılmaz Güney’in Çirkin Kral filmleri de Yeşilçam’ı alt üst eden, yerleşik yapıyı tersine çeviren ve halkını da gerçekten etkileyen filmlerdi. Yani Yılmaz Güney, bu tutar diye, hiçbir zaman salon beyefendisi olmadı, büyük yapımcıların kölesi olmadı, delikanlılıkta her zaman sınıftan geçti. Sonra fırsatı geldiğinde, art arda filmler yaptığında, Türkiye’nin bütün Üçüncü Dünya ölçeğinde temsilcisi oldu.
Halit Refiğ, sinemaya geçtiğinde bir dizi hayallere sahipti, bunu biliyoruz, ama sinemada kaldıkça o kadar kirlendi ki gerçeğe söz geçiremeyince gitti geriliğe teslim oldu. Kendi kulaklarımla duymuşumdur, Erler Film için yaptığı düpedüz “bayağı filmler” için “ben sinema profesyoneliyim” diye savunuyordu. Teori aşamasında ise, teorik araştırmaların sonucu olarak değil, düpedüz kendini meşrulaştırmak için, yeri geldiğinde kantarın topuzunu kırarak laflar etti. Bütün bunların sonunda, bir de tutup hayatının sonlarında “vicdan sinemasını” savunuyorum diyordu. Televizyonda bildiğim kadarıyla yaptığı son dizinin adı “Zirvedekiler” idi, Giovanni Scognamillo’nun deyimiyle tam bir “Zırvadakiler” dizisiydi. Elbette bu arada Gülen Cemaati için “Köpekler Adası” diye bir film yaptı, sinemalarda gösterime bile giremedi. Başrol oyuncusuna en iyi oyuncu ödülü verdiler, ama Müşfik Kenter adamı seslendirmişti, tuhaf bir cemaatin uzun elinin Antalya’ya müdahalesi olmalı.
Hakikaten insanın yaptığı işle vicdanı arasında bir ilişki olmalı, bunun kopması olağan bir hale gelirse, bir yerden sonra insan vicdanının sesini duymamaya başlar. Sanat da ise bu durum çok daha keskindir, hakikaten vicdanının sesini duymayan insan film yapınca, üzerinden akan bir sahtelik oluyor: sonra başrol oyuncunuz filmin prömiyerinde ilk yarım saatte çıkabiliyor.
Türkiye, gerçekten her türlü manevi değerin, ahlaki idealin ucuzladığı bir ülke. Daha önemli bir paradoks ise yukarıya tırmandıkça ahlaki ilkelerin, kimliğin ve kişiliğin daha bir ucuzlamasına tanık oluyoruz. Tam da bu anlamda bu paradoksu ülkemizde yaşarken çözen yirminci yüzyılda tek sanatçı oldu: Yılmaz Güney. Nazım Hikmet’te diyenler olacaktır, o yaşarken, ülkemizde eserleri çok nadiren biliniyordu, basılması yasaktı, ama o da bu yukarılara çıktıkça yozlaşmaya karşı ahlaki yücelme ve başarı hikâyesini dünyaya mal olarak çözdü. Kitapları basılmaya başladığında ise bir daha çıkmayacak şekilde bu toprağa mal oldu.
Nedendir bilinmez, yıllar geçtikçe insanlar değişiyor, insanın olgunlaşması başka, ucuzlaması başka, aslında değişiyorlar derken, kendi ilkelerini daha kolay Pazara çıkarıyorlar anlamında ucuzluyorlar diyorum, yani demem o ki kendi içlerinden vicdanlarının sesi hakikaten basit bir höt ile korku içinde yerine oturuyor. Sesi soluğu çıkmıyor. Herkes kendince tuhaf rasyonalizasyonlar yapıyor, ahlakın ipliği pazara çıkıyor. Bu açıdan diyelim ki eski pazarların da tadı tuzu kalmadı. İnsan bugünkü atışmaları görünce, içinden en azından Nazım Hikmet ile Peyami Safa’nın atışması gibi olsa bari diyor.
Ucuz hayatların ucuz sanatları olurmuş, oysaki Bela Balazs der ki çok iyi edebiyatların aksine çok kötü romanların usta bir yönetmenin ve senaristin elinde çok iyi bir filme dönmesi daha olağandır. Ben de tam da bu tespite başta Zeki Demirkubuz olmak üzere, Yeni Türkiye Sinemasının yaptığı şeyin çok iyi örnek olduğunu düşünüyorum. Düpedüz son derece ucuz yaşanmış hayatların içinden trajik olanı bulup çıkarmak, o ucuz hayatların içinde benliğin çözülüş hikâyelerini bulmak yeni sinemamızın temel fikirlerinden biridir. Art arda son derece “yoz sosyal çevrelerde” yaşanmış bir “ahlaki kayboluşun hikâyesi” perdelerimizde etkili ve dokunaklı bir şekilde gösteriliyor. Kahraman sineması yerine çürümüşlüğün verdiği trajik anti kahramanlara bırakması bu yüzdendir.
Yılmaz abiyi özlüyorum, üç nedenle:
1.    geldiği yeri hiçbir zaman unutmadı, o insanlara karşı kendini her zaman borçlu hissetti.
2.    hiçbir zaman kendini ezdirmedi, açıkça, yalnızca namerde değil, beni merde de muhtaç etme dürtüsüyle yaşadı, gerektiği her anda isyan etmesini bildi.
3.    kendisiyle birlikte gelişebilecek herkes için bütün olanaklarını seferber etti, yeni bir kuşağı temsil edebilecek herkesi elinden geldiğince üretime teşvik etti, kolektif bilinci vardı.
Şimdi insanlar, yükselmek için çalışıp didinmek yerine, etraftakilerin omuzlarına basmayı çok seviyorlar, ezdikleri insanların üstünde yükselmek onlara sanki daha bir haz veriyor, alçaklaşmak yenidünya düzeninin en genel geçer ahlaki ilkesi olmuş, bakalım hesap sorma zamanı ister bu dünyada ister ahirette gelecek mi?
 
Yapıcılar türkü söylüyor,
                  yapı türkü söyler gibi yapılmıyor ama.
Bu iş biraz daha zor.
 
Yapıcıların yüreği
             bayram yeri gibi cıvıl cıvıl,
ama yapı yeri bayram yeri değil.
Yapı yeri toz toprak,
çamur, kar.
Yapı yerinde ayağın burkulur,
                            ellerin kanar.
Yapı yerinde ne çay her zaman şekerli,
                                         her zaman sıcak,
ne ekmek her zaman pamuk gibi yumuşak,
ne herkes kahraman,
ne dostlar vefalı her zaman.
 
Türkü söyler gibi yapılmıyor yapı.
Bu iş biraz daha zor.
Zor mor ama
            yapı yükseliyor, yükseliyor.
Saksılar konuldu pencerelere
                               alt katlarında.
İlk balkonlara güneşi taşıyor kuşlar
                               kanatlarında.
Bir yürek çarpıntısı var
her putrelinde, her tuğlasında, her kerpicinde.
Yükseliyor
                 yükseliyor
yükseliyor yapı kan ter içinde.