Kitleleri sokağa dökme becerisi ve gücü olan bir lider olan Erdoğan’ın şu günlerde her konuşmasının merkezinde Kudüs var. Doğrudan “Sokaklara dökülün” diye bir çağrı yapmıyor ama, her cümlesi İsrail ve ABD’yi protestonun insani, ahlaki, İslami bir zorunluluk olduğunu düşündürüyor. Kudüs meselesi Türkiye insanı için, özellikle de İslami kesim için, Erdoğan öncesine uzanan son derece hassas ve etrafında mobilize olmak için çok fazla dürtüye de gerek duyulmayan bir konu(ydu).

Parantez içiyle cümleyi geçmiş zaman yapmamın nedeni yalnızca kendi gözlemlerim değil. Yanılmıyorsam, AKP iktidarı öncesi İslamcı çevrelerin daha etkin protestolar gerçekleştirdiğini belirtip, Kudüs protestolarının cılızlığından yakınan “AKP fikriyatına yakın” ya da İslamcı olarak tanımlanan yazarlar da var.

Öte yandan, Filistinli liderler tarafından intifada çağrısı yapılmasına karşın, Kudüs dahil Arap-İslam kentlerindeki protestolar da intifada havasından epey uzak.

Protestoların cılızlığını yalnızca bir kesime, İslamcılara ya da bir coğrafyaya, Arap-İslam coğrafyasına yıkacak değilim.

Bizde solun epeydir sorunu olan “toplumsallaşamama”, “kitleselleşememe” hali, Gezi’de olağanüstü etkileyici bir boyuta ulaşmasına karşın ardından onunla kıyaslanabilir kitlesel protestoların gelmemesi hali, Kudüs’le birlikte İslamcıları da düşündüren bir duruma dönüştü.

Ancak, dünyanın başka yerlerinde de, son zamanlarda büyük heyecan yaratan kitlesel protestoların saman alevi gibi sönüp, ardında fazlaca da iz bırakmadığı tartışmaları yapılıyor.

Almanya, İtalya, Japonya ve ABD’de son zamanların toplumsal hareketleri üzerine yapılan araştırmalar, buralardaki açık kitlesel hareketlerin karşı karşıya kaldıkları baskılar ve bu durumun beslediği ideolojik yönelimler nedeniyle gizliliğe ve yeraltına çekildiklerini gösteriyor. Bu da daralma demek!

Wall Street’i İşgal Et hareketi eleştirel aktivizmin en umut vaat edici toplumsal hareketlerinden sayılıyordu. Son derece yaratıcı eylemlerle, ABD gibi neoliberalizmin kalbi denilecek bir yerde çok önemli bir destek elde etmişlerdi.

Şimdi ise, ondan geriye bir şey kalmadığı, bir balon gibi söndüğü değerlendirmeleri yapılıyor. “Neden böyle oldu?” sorusuna verilen en yaygın yanıt Wall Street’i İşgal Et hareketinin örgütlülüğü de reddetmesi, bir parti formuna bürünmemesi oluyor. Bu anlamda, İspanya’da Podemos’un fark yarattığı söyleniyor. Gezi ile ilgili de benzer değerlendirmeler yapıldı. Ancak, sonuç bir yana, başlangıçta bu hareketlerin bu denli kitlesel nitelik kazanmasının bir nedeni de o “örgütsüz” halleriydi.

Yine o hareketlerin oluşumunda önemli bir rol oynadığı vurgulanan sosyal medya, belki de bir noktadan sonra, “örgütsüz”lüğün üzerine de oturunca, tersi etkilere yol açıyor. Sosyal medyanın sanal ortamında enerjisini boşaltan “aktivistler” sokaktan uzak duruyor, “sanal aktivist” olarak kalıyorlar.

ABD’de protest şarkı üretiminde de bir gerileme olduğu değerlendirmeleri yapılıyor. Sanatçılar, dün üretimleriyle bir toplumsal protesto hareketinin parçası olurlarken, bugün sosyal medyada Trump’a çaktıklarıyla kalıp, onu kitlelerin dilinden düşmeyen protest şarkılara dönüştüremiyorlar.

Neden?

Net bir cevap veremiyorum ama bunun tüm toplumsal muhalefet öznelerinin üzerinde kapsamlı olarak düşünmesi gereken bir konu olduğunu görüyorum.

Bireyler, toplumsal muhalefet hareketlerine, bir şeyleri düzeltme, değiştirme umut ve amacıyla katılıyorlar. Mücadelenin olduğu her yerde, kolaylıkla hedef alınabilen bir düşman da bulunabiliyor, işte İsrail ve ABD. Ancak, dış düşmana karşı mücadele, bir toplumsal hareketin kendi iç sorunları, açmazları ve hastalıklarına karşı verilen mücadele ile eşzamanlı yürütülemezse, galiba o zaman da büyük değiştirme umuduyla harekete katılanlar içinden uzaklaşmalar başlıyor.

Düşmanı “düzeltme” mücadelesi, kendini de düzeltme mücadelesi ile el ele gitmediğinde bıkkınlık, yorgunluk ve uzaklaşma eğilimi güçleniyor. Kudüs protestolarının cılızlığına biraz da buradan mı bakmak gerek acaba?