Psikanalizin penceresinden bakardı sanata

İbrahim Karaoğlu

Aller Nehri’nin Güney kıyısı boyunca uzanan bir liman kenti Wolfsburg. Köri kokulu, bira köpükleriyle yıkanmış haliyle duruyor belleğimde. Bir de uluslararası düzeyde tanınan Wolfsburg Sanat Müzesi’ni unutmadım hiç. Muhteşem bir müze, geniş cam çatısının altındaki iki katlı kocaman sergi salonu modern ve çağdaş sanatla buluşma alanı. Tarihi yapıların yanında Zaha Hadid gibi tanınmış, önemli mimarların fütüristik yapıtları da çok güzel; görkemini artırıyor kentin.


Kuruluşunu Volkswagen fabrikasının kuruluşuna borçluymuş; Nazilerin planlamasıyla, kent de fabrika da toplama kamplarındaki esirleri çalıştırarak kurulmuş. Hitler, Alman halkının gözünde yücelebilmek için iki yetişkin ve üç çocuğun binebileceği ekonomik bir araba üretilsin diye kurmuş Volkswagen otomobil fabrikasını. Üretilecek arabanın ilk tasarımını da kendisi yapmış. Kaplumbağaya benzeyen bu arabayı, bir söylentiye göre büyük aşkı Eva Braun’ın vücut hatlarından etkilenerek tasarlamış güya. “Halkın Arabası” anlamına gelen Volkswagen, Wolfsburg’ta üretilmeye başlamış, ama kuruluşunun hemen ardından II. Dünya Savaşı başlayınca savaş malzemeleri üretilmiş. Savaşta bombalanmış, yok edilmiş. Savaşın bitiminde yeniden kurulmuş ve bir otomobil kenti olmuş Wolfsburg. Volkswagen’in genel merkezi. Kuruluşundan beri, kentte yaşayan nüfusun neredeyse tamamı Volkswagen ya da onunla ilgili şirketlerde çalışıyormuş. Savaş koşullarında Hitler’in elinde doğan Vosvos, 1960’lı yılların ortalarında, kendilerine doğrultulan namluların ucuna çiçek takarak barışı savunan “Çiçek Çocuklar”ın ikonu olmuş.

Wolfsburg’ta, benim en kıymetlim; modern ve çağdaş sanatın en önemli değerlerini sunan ve önemli bir koleksiyona sahip olan Sanat Müzesi. Orada çok ilginç sergiler gördüm. Her bir sergi unutamayacağım izler bıraktı belleğimde. Müze 27 yaşında şimdi. Yıllar önce, modernizmin en büyük sanatçılarından biri olan Oskar Kokoschka’nın (1886-1980) “Hümanist ve Asi” adlı portre çalışmalarından oluşan bir sergiyle 20. yılını kutlamıştı. Faşizm döneminde Hitler tarafından sanatı benimsenmeyen, yüzlerce yapıtına el konulan, Berlin İtfaiye binasının bahçesinde resimleri yakılan büyük usta Kokoschka’nın yapıtlarından oluşan sergi, kutlamayı görkemli bir sanat şölenine dönüştürmüştü. Kokoschka’nın sanatsal yaratı yeteneğini portre resmi yoluyla nasıl geliştirdiğini yansıtıyordu sergi. Kokoschka’nın Viyana, Berlin, Dresden yıllarında yaptığı resimler, müziğe olan ilgisi, çocuk portreleri, alegorik kadın portreleri, politik alegorilerin yanı sıra hayvan portrelerinden, otoportrelerinden oluşan bu gösterişli yıldönümü sergisini Devrim Erbil ve Meryem Schultz’la birlikte gezmiştik.

Odağında Kokoschka’nın kendisi olan bir etkinlikti. Tanıdığı insanlar, insanlara ve topluma bakışı, insan ve hayvan portreleri, onun dünya görüşünün özünü somutlaştıran kendine özgü bir biçemle oluşturduğu insan imgesine adanmış resimler; 20. yüzyılın önemli olaylarına benzersiz bir kişisel bakışı sunuyordu.

Beni en çok onun 20. yüzyılın başlarında, çevresindeki entelektüel dünyanın içinden seçtiği yazar, sanatçı ve aydınlara en karakteristik özelliklerini yansıtacak pozlar verdirerek, dış dünyanın farkında olmadığı davranışlarının onların iç dünyalarını yansıttığına inanarak yaptığı resimler etkilemişti. Bu portreleri, seçtiği insanların ruhsal atlasları üzerinden yansıtırken bir psikanalist gibi çalıştığını düşündüm. Onun, “Ben bu insanları tedirginlikleri ve acılarıyla resmettim” söylemini ve “Ressam her zaman yüzün arkasına bakmalı” aforizmasını anımsatmıştı bana izlediğim yapıtlar.

Dışavurumculuğun en önemli temsilcilerinden biridir Kokoschka. İnsanları severek yapıtlarının odağına aldığı için hümanist, sanatsal geleneğe karşı başkaldıran yanıyla da bir asi. “Hümanist ve Asi” adı çok yakışmış sergiye. Müzeyi gezerken, onun Salzburg’ta kurduğu akademi geldi aklıma. 1953 yazında Salzburg Uluslararası Güzel Sanatlar Yaz Akademisi’ni “Görme Okulu” olarak kurmuş. Avrupa’daki ilk yaz sanat akademisi bu oluşum; farklı kökenlerden, sosyal geçmişlerden ve yaşlardan insanlar için uluslararası bir buluşma yeri. Akademinin açılışının üçüncü yılında Orhan Peker de gitmiş. Yıllar önce Ragıp Buluç anlatmıştı; 1956’da, Salzburg Yaz Akademisi’nde Kokoschka’nın öğrencisi olmuş Peker. Orada yaptığı litografilerle Almanya’da sergi açmış. Kokoschka’nın bir resminin kopyasını yapmış akademide. Kokoschka çok sevmiş bu resmi ve altına “Aslı ile karıştırıyorum” yazarak imzalamış. Peker, çok etkilenmiş Kokoschka’dan. Türkiye’ye döndüğünde dışavurumcu resimler yapmış. Kokoschka’nın etkileri yansımaya başlamış resimlerinde. Yıllar önce büyük bir tutkuyla çalıştığı Kara Kuşlar ve Karga resimlerinde etkiler çok baskın.

İki gece önce, Prof. Dr. Neriman Samurçay’ın “Sanatta Psikanaliz” kitabındaki “Arayışlar İçinde Bir Sanatçı: Orhan Peker” yazısını yeniden okuyup başka bir yazıyı tasarlarken anımsadım tüm bu yazdıklarımı ve sevgili Neriman Samurçay’la yaşadığımız anılara daldım sonra. Onu, 6 yıl önce, 18 Kasım’da, 92 yaşında yitirdiğimizi anımsadığım için özlemle anmak istedim onu.

Fötr şapkasıyla, pırıl pırıl makyajıyla, yüzünde eksilmeyen sahici gülümsemeleriyle ve eşsiz fularlarıyla, gülerek örttüğü muziplikleriyle, zarif kişiliğiyle, bitimsiz sevgi dolu kalbiyle, şık giysileriyle, bilimsel ve yazınsal uğraşılarıyla, doyumsuz dostluğuyla benzersiz bir ikondu o. Sanata, psikanalist ve varoluşçu terapiye tutkuyla bağlı bir psikoloji profesörüydü. Sanatın psikanaliz için önemli bir kaynak oluşturduğuna inanır ve sanat yapıtlarının bilinçdışının gizemli kapılarını açtığını savunurdu. Psikanaliz ve sanat arasındaki ilişkiyi eksen alır, gözlem ve analizlerle sanatsal denemeler yazardı. Dostluğu bir başkaydı Neriman Samurçay’ın; çoğaltır, değiştirir, dönüştürürdü insanı. Her buluşmada daha çok severdik onu. İyi ki karşılaştık, iyi ki tanıdım. Dünyanın en güzel dostuydu. 80’lerin başında, daha ilk tanışmamızın ardından, ayrılırken “Yar Yüreğin Yar” şiirini okumuştu Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun. Nasıl da içten ve duyarlı okumuştu. Güzel şiirlerle dokunurdu insanlara. O zaman başlamıştı dostluğumuz. Ne zaman buluşsak şiir, sanat ve edebiyat üzerine söyleşirdik. Bir gün, bir bankanın sanat yöneticisi olan dostumuzun evinde çok kalabalık bir yemekte, hastalarına psikanaliz uygularken şair Ahmet Telli’nin şiirlerini terapilerde kullandığını anlatmıştı. Çok şaşırmıştık, şiirin yaşamla buluşmasının ilginç bir örneğiydi bu anlattığı. TRT 1’deki “Stüdyo Ankara” programında konuğum olduğunda uzun uzun söyleşmiştik Ahmet Telli şiirinin psikanalizdeki işlevi üzerine. Psikanalizi sanat için verimli bir kaynak olarak kullanırdı. Pek çok sanatçıya Karl Koch’un “Ağaç Testi”ni, Rorschach testini ve “Öyküsel Algı Testi”ini uyguladı ve projektif testlerle sanatçıların kişiliğinin yanı sıra duygusal evrenlerinin analizini ve yaratıcılıkla ilişkisini irdeledi. Dolaylı bir yöntemle biriktirdiği özgür yansımaları yazınsal bir biçimle sundu. Her yazısında şiir olurdu. Yazı bilincinin zembereği şiirle kuruluydu çünkü. Yazılarında, şiiri simyaya dönüştürerek dokunurdu okurunun ruhuna.

İnsanın kişisel serüveniyle, sanatsal yaratı serüveninin iç içe geçen yanını; sanatçının dolambaçlı varoluş yolculuğunu; gizlerini, arayışlarını, kaçışlarını, unutamadıklarını, anımsayamadıklarını, acılarını, sevinçlerini, anlaşılması güç yanlarını, alışkanlıklarını, güven duygusunu, bencilliklerini, öfkelerini, umarsızlıklarını, başkaldırılarını, yaşamdaki izlerini, uyumsuzluklarını, kuşkularını, korkularını, içedönüklüğünü, sezgilerini, bağımlılıklarını, sanatının çözümlemesini, sanatçının beninin mührünü kazıyarak, bilinçdışının derinliklerine inerek uyguladığı yansıtma testleriyle özgün bir yazı evreni kurdu.

Yıllar sonra, iyi ki yeniden okudum kitabını. Yeniden anımsadım onu. Özlem giderdim. Halil Cibran’ın “Anımsamak bir tür buluşmaktır” söylemini duyumsadım.