Yoksulluğa dair düşünmek sadece bilimsel zeminden ibaret değil. Aklıma sık sık evler geliyor. Soğuk evler, temiz ama boş evler, dolapları tam takır evler, çocukları yarı aç evler. Biliyorum ki milyonlarcası var.

Psikolojik bir yoksunluk olarak yoksulluk

Nesli Zağlı

Her gün bir önceki günden daha yoksul uyandığımız bugünlerde, yoksulluğun psikolojik yönüne bakmanın bile bir lüks olduğunun farkındayım. Ülkede önemli bir kesimin açlık sınırında, daha da büyük bir kesimin yoksulluk sınırında yaşadığı düşünülürse sürecin bir sağ kalım mücadelesine dönüştüğü bile söylenebilir. Bu koşullar altında yoksulluğun psiko-sosyal yönleriyle ilgilenmek gerçekten de ikinci planda kalıyor. Ancak derin yoksulluğun, yine çok derin psikolojik yoksunluklarla birlikte işlediğini ve bu yoksunlukların aslında insanların verdiği yaşamsal mücadelenin önemli bir bileşeni olduğunu vurgulamak durumundayız. Yoksulluğun getirdiği psikolojik yoksunluklara bakmak, tıbbın içinde psikiyatriye bakmak gibi bazı kesimlerce hor görülebilecek bir çaba. Öyle ya, her şeyin ölüm kalım meselesi olduğu tıpta, psikiyatrinin dertlerine, meslektaşları arasında bile küçümsemeci bir tavırla bakılır. Beslenme ve barınma ihtiyaçları bile karşılanamayan bir ailenin psikolojik yapısına odaklanmak bu nedenle beyhude bir çaba gibi görünebilir. Oysa içinden cebren ve hile ile geçirildiğimiz bu sosyo-ekonomik yıkımın, psiko-sosyal yönlerini de vurgularsak ne yaşadığımızı anlamlandırmak daha mümkün olacak.

Yoksulluk büyük bir psikolojik yoksunluktur. En temel fizyolojik ve temel ihtiyaçların karşılanamadığı bir hal, benlik için büyük bir tehdittir. En insancıl ihtiyaçlarını karşılamaktan mahrum bir insanın insan gibi hissetmesi, kendilik değerini muhafaza etmesi, canlılığını ve üretkenliğini sürdürmesi nasıl mümkün olabilir? Tam ve işlevsel olmaya dair umutsuzluk, güvende ve sağ kalmaya dair belirsizlik, yaşamın olası tehditlerine karşı savunmasızlık… Bu nedenle yoksulluk büyük bir yıkımdır. Bugüne kadar her nerede yaşıyor olursak olalım, en az bir kere süpermarkette aldıklarını parası yetmediği için bırakan birini görmüşüzdür. Bu olay karşısında ne hissediyorsunuz? Şahit olduğumuz bu olayın karşılığı yoksulluk olmayabilir, ama bizim için şu duygular ekseninde deneyimlenir: Öfke, hayal kırıklığı, acıma. Peki ya utanç? Bu utanca sahip olması gereken ne o kişi ne de biz değilken yoksulluk nasıl oluyor da hem yoğun yaşayan hem de buna seyirci kalan için bir utanca dönüşüyor? Asıl utanması gereken erk sahipleri, asıl utanması gereken kapitalist, eşitsiz, adaletsiz dünya. Ama işte yoksulluğun etkisi insan olmaya dair her adalet inancını ve her öz değer kırıntısını sarstığından biz utanıyoruz. Efendilerin ise üzerinde insanca bir değer üretmeye elverişli bir kendilikleri yok. Kendi çıkarları için çalıp, çırpıp, beslenip, semirirken benliklerinin bu kadar yoksunlaşması ve koflaşması ne kadar da ironik.

Şu ana kadar bahsettiğim gibi yoksulluk, insanca bir gelişimsel sürece olanak veren tüm psikososyal güvencelerden yoksun kalınan bir insanlık hali. Dünya genelinde nüfusun en az beşte birinin dar gelirli olduğu söyleniyor. Ben burada dar gelirli desem de uluslararası araştırmacılar direk “poor” yani fakir, yoksul kelimesini kullanıyorlar. Bence bu kullanımda bile bir problem var. Çünkü örneğin şizofreni ile ilgili bir araştırma yaparken, şizofrenler grubu demezsin; şizofreni bozukluğu olan katılımcılar/ grup dersin. Amerika ağırlıklı bu araştırmalarda ise düşük veya çok düşük gelir grubundan değil, fakir deniyor. Neresinden baksanız çirkin bir etiketleme. Amerikan literatürü bu konuda da beni şaşırtmıyor ve “fakirlerle” ilgili araştırmaları çeşitlendiriyor. Psikoloji ve ekonomi kavşağında “fakirlerle” çeşitli deneysel araştırmalar yaparak, onların bilişsel işlevlerinin, karar verme, risk alma ve para harcama becerilerinde bozulma olduğunu göstermişler. Konuya dair on binlerce insanla, onlarca ülkede yapılmış çalışmalar bu bulguları çok enteresan bir minvalde değerlendiriyor. Diyorlar ki fakirler bir türlü fakirlikten kurtulamıyorlar, çünkü rasyonel değiller. Hemen ekliyorlar: Çünkü erken çocukluk döneminde yoksulluk koşullarında yaşamak beyin gelişimini olumsuz yönde etkiliyor. Türkçesi şu, fakirler kendi sınırlı kapasiteleri yüzünden fakirlikten kurtulamıyorlar. Bu akıl dışı yaklaşımlara bir katkı da pozitif psikoloji ve organizasyonel psikolojiden geliyor. Bu arkadaşlar da diyorlar ki biz iyiye odaklanmalı, fakirlerin içinden sıyrılıp başarıya ulaşanların psikolojik özelliklerini incelemeli ve kamusal kurumlar kadar özel kurumların da bu “paçayı kurtaranları” desteklemesinin yolunu açmalıyız. Kimse de demiyor ki bu insanlar neden fakir, neden göçmen, neden öteki? Bu sistematik ve kapsayıcı sorular sorulmadan yoksulluğun bilimi yapılamaz. Yoksunluğun anlaşılması, kuramsallaştırılması ve bilimsel çalışmalarla ayrıntılandırılması elzem ama işin ekonomi-politiğini rafa kaldırmak nereden baksanız art niyet.

Yoksulluğa dair aydınlatıcı ve yorumlayıcı her türlü yaklaşım ve çalışmaya açığım. Nedenselliği- kapitalist sistem ve yoksulluk arasındaki- kötücül bir araştırma düzeneği ile saklamadıkları müddetçe. Daha az sayıda olsa da ekonomi-politik zemini kapsayıcı çalışmalar yapılmalı ya da disiplinler sadece kendi analiz seviyelerinde üretmeli. Örneğin otuz senelik bir dönemin ele alındığı psikanaliz literatürü taramasında yoksulluğun çok nadir olarak ele alındığı söyleniyor. Ele alındığı yerlerde de, libidonun yoksunluğu bağlamında ele alındığı anlatılıyor. Hatta yoksulluk bir kastrasyon (hadım edilme) gibi yorumlanıyor psikanalitik açıdan. Freud’un Yas ve Melankolisi'ndeki kayıp nesne gibi yoksulluğun da kaybı işleme süreci olduğundan bahsediliyor. Yoksullukta hadım edilen insanın en temel arzu ve ihtiyaçlarını karşılamasındaki engellenmedir; açlıktır, işlevsiz hale gelmektir, belirsizliktir ve tüm insancıl uyaranların yitirilmesidir.

Elbette yoksulluğa dair düşünmek sadece bilimsel zeminden ibaret değil. Aklıma sık sık evler geliyor. Soğuk evler, temiz ama boş evler, dolapları tam takır evler, çocukları yarı aç evler. Biliyorum ki milyonlarcası var. Bu evlerde insanlar iş bulamıyor, çalışamıyor, çalışsa da emeğinin karşılığını alamıyor, emeğinin karşılığını istese işten atılıyor. Bu evlerde çocuklar ne olup bittiğini pek anlamıyor. Önüne konanı yiyor, eline geçirdiğiyle oynuyor, her fırsatta ağlıyor. Oysa bir çocuğun bilişsel ve psikosoyal gelişimi erken çocukluk döneminde aldığı ilgiye, tutarlı ve sağlıklı zihinsel uyaran ve oyunlara bağlıdır. Bu çocukların aileleri yoksul, bu çocukların kendileri yoksun. Bu devirde bir nesil işte böyle gelişiyor. Yetersizlik duygularıyla dolu anne ve babalar da depresyonun, anksiyetenin, uyku bozukluğunun, bağımlılıkların kıskacında…Yoksulluğun psikolojik bedelleri ön planda olmasa da çok ağır. Bu acımasız sosyoekonomik koşullar değişse de, yoksulluktaki yoksunluklarla büyüyüp serpilen az beslenmiş, az gelişmiş, az canlanmış benlikler nereye sığar, nereye konar bilmiyorum. Zihinlerimizde taşıdığımız yoksulluklara ve yoksunluklara ek olarak, an be an burun buruna kaldığımız yoksulluk sahneleri çok insancıl bir damar üstünden kanımıza karışıyor. Yoksulluk ve onun getirdiği psikolojik yoksunluklar hayatımızın çok daha fazla içinde eskisine göre. Kafanı çevirip görmezden gelinecek gibi değil. Bu noktada bir tanıklık gelişiyor. Oturduğum “düzgün” mahallede birkaç yan apartmanın altındaki dükkân benzeri alanda tek başına bir kadın yaşıyor. Evet, camları kâğıtlarla kapatılmış o dükkânda, yaz-kış birtakım kedilerle yaşıyor. Birkaç defa elinde sıcak çay bardağıyla evine doğru yürüdüğüne-belli ki çay aldığı/verilen bir yer var-, birkaç defa da kendi kendine konuştuğuna şahit oldum. Evsiz, çaysız, sobasız, ışıksız o yoksul kadın benim yaram, sizin de biliyorum. Kendimizi yoksul hissetmesek de, Türkiye’nin ve dünyanın yoksulluğu da bizim en büyük ıstırabımız. Hep birlikte yoksul ve yoksunuz. Bunun sorumlusu da biz değiliz. Dünya ters düz olsa da, bu değişmeli. En önemlisi ve en önce bu değişmeli.