Psikoterapi hakkında  konuşmak ister misiniz?

Nesli Zağlı

Şu meşhur “Bir Başkadır” dizisi sonrası herkes başroldeki psikoterapistin kendi terapisinde vakasını anlatmasını sorguladı. O dönem psikoterapiye devam edenler ister istemez meraklandı; terapistim beni ve öykümü başka birilerine anlatıyor mudur? Ben cevaplayayım: Evet anlatıyor olabilir.

Olay kimi takip etmemle başladı inanın hiç hatırlamıyorum ama bir süredir hemen hemen her yeni gün dünyanın birçok yerinden yeni “tivoterapist”leri takip ediyorum. Bu tuhaf sözcüğü googlelamayın çünkü ben uydurdum. Genellikle psikanalitik yönelimli bu hevesli psikoterapistler, terapi hakkında kritik yorumlar yapıp birbirleriyle etkileşiyorlar. Bu komünitenin etkinliklerinden oldukça ve gördükçe yararlandığımı söylemek isterim. Bu güruhun bir de yerli ve milli versiyonları var ki, uzman gibi uzman üst entelektüel çevre tarafından “aforizma kasmakla” suçlanıyorlar. Aslında biliyor musunuz hayat hakkında konuşmakla, psikoterapi hakkında konuşmak çok farklı değil. Psikoterapi hayatın minik bir simülasyonu olduğundandır belki. Aynı hayat hakkında konuşmaktan haz etmeyen, gelişine yaşayan, gidişine vuranlar olduğu gibi, psikoterapiyi de mahrem bir alan olarak kendine saklayanlar var. Bazen kırılganlaşıp hayata dair sözlerimizi içimize fısıldıyoruz. Psikoterapide de bazen terapistimizin bile kim olduğunu kendimize saklıyoruz. Daha teşhirci kendilikler hayatı da, psikoterapi sürecini de her dost sofrasında dipnotlar düşerek, büyük harflerle yaşıyor. Bana sorarsanız her iki hal de insancıl.

Bizim toplumun psikoterapi ile ilgili refleksi; “Deli miyim ben ne işim var terapide” ifadesiyle “Herkese lazım bir terapist” arasında gelir gider. Son yıllarda bu bakışın değiştiğini görüyoruz demek isterdim ama büyük ihtimalle çok büyük bir değişim yok. Psikoterapi neticede bedeli yüksek bir hizmet sayılabilir ve insanlar ulaşamadıkları noktada doğal olarak daha çok burun kıvırabilir. Biz psikoterapistler olarak bize gelen kitlenin özellikleri nezdinde bir algıya sahip olduğumuzdan zaten işin başında yanlıyız (daha düşük ücretli/ücretsiz psikoterapi hizmetlerin sınırlılığını ve özel hizmet alındığını varsayarak). Çalıştığımız grupların toplumu temsil etmediğinin ancak topluma dair her özellik kümesini de barındırabileceklerini varsayarak hareket ediyoruz. Evrensel temalara rağmen, psikoterapiye dair kültürel örüntüleri her daim gözetiyoruz. Benim gözlemim kendi psikoterapi süreçlerini sır gibi saklayanların, psikoterapide konuşulanları, gülünenleri, ağlananları, beni, bizi telefonlarda, masalarda anlatanlardan daha fazla olduğu yönünde. Doğrusu psikoterapiye dair olanı, dışsal bir temasta işlemeden kendine saklamak daha doğrudur diyemem. Bu işin eğrisi doğrusu da yok. Zaten psikoterapisini gün ışığından sakınanlar bununla ilişkili dinamiklerle bize geliyor, her lafa terapistim bana bunları söyledi üzerinden ilişki kuran da kendi dinamikleriyle…

Şu meşhur “Bir Başkadır” dizisi sonrası herkes başroldeki psikoterapistin kendi terapisinde vakasını anlatmasını sorguladı. O dönem psikoterapiye devam edenler ister istemez meraklandı; terapistim beni ve öykümü başka birilerine anlatıyor mudur? Ben cevaplayayım: Evet anlatıyor olabilir. Bilenleriniz vardır bizim için psikoterapi eğitimleri bireysel veya grup süpervizyonlarıyla devam eder. Biz de meslektaşlarımız ve hocalarımızla, gizlilik içinde psikoterapi sürecindeki çıkmazları ve aşamaları paylaşabiliyoruz. Ben de dahil olmak üzere birçok meslektaşımız, böyle bir ihtiyaç hissettiğimizde danışana durumu açıklayıp, öyküsünü sunabilmek için izin istiyoruz. Biz kendi aramızda danışanlarımızla ilgili hislerimizi paylaştığımız gibi onlardan üçüncü bir göz olarak bir anahtar alabiliyoruz. Doktor olan eşim bizim süpervizyon süreçlerimizi gördükçe “Tıbbın her alanında sizdeki kadar paylaşım ve dayanışma olsa her şey farklı olurdu” der. Biz kendi psikoterapilerimizi de, danışanlarımızınkini de paylaştıkça zenginleşiyoruz. Bu paylaşımların şartsız koşulsuz olarak gizlilik içinde, rızaya bağlı, danışan/hasta yararına olması gerektiğini hatırlatmama gerek var mı?

Ben bu satırları yazarken telefonumda Birgün gazetesinden İlhan İrem’i kaybettiğimiz haberi geldi. O andan itibaren yazımı mahalledeki İlhan İrem sevdalısının yüksek desibel şarkıları eşliğinde yazıyorum. Konuşursam gözyaşlarım beni boğacak, diyor İlhan İrem. Yattığı yer incitmesin, ne güzel anlatmış konuşamamanın acısını. Hayattan ve psikoterapiden istese de konuşamamak da var, boğulacak gibi olmak. Bazı yaşantılar öyledir işte. Danışanlar seanstan çıktıktan sonra uzun saatler kıyıda yürüdüklerini söyler, birkaç kadeh bir şey içmeden eve dönemediklerini, ne konuştuğumuzu iyice bellemek için özellikle yalnız anlar yarattıklarını. Hayat çoğu zaman yoğundur, psikoterapi çoğu zaman yoğundur. İnanın bazı şeyler konuşarak çözümlenmez. Bazen konuşmak değil, durup dinlemek lazımdır. Şairin dediği gibi “ötekini oku, derinde dipte duranı”.

Psikoterapiyi konuşmak, hayatı konuşmak gibidir. Tümsekler, iç çekişler, çelişkiler, belirsizlikler… Bunları ballandıra ballandıra anlatmayı sevenler de vardır, “ağlanmak” istemedikleri için kendilerine ait evrende öğütenler de. Birisinin dile gelmesi aslında kişisel bir bütünlüğe bağlıdır çoğu zaman. Karşısında dinleyen, gören, anlayan ve hatta üzerine bir de ayna tutan biri olduğunda insan nasıl hissederse terapi odasındaki danışan da hayatın içinde bir ikizini bulduğunda öyle hisseder. Yıllar sonra eşkıyasını bulmuş Keje gibi dile gelir insan… Hayata tüm zorluğuna karşın vites küçültmektir psikoterapi. Şapkayı çıkarıp masaya koymaktır. Ağır yükleri omzundan indirip masaya yatırmaktır. Eteklerindeki taşları dökmektir ve bu nedenle de varoluşsal bir uçuculuk kazanmaktır, istediği yere konmaktır. Peki hep susanlar? Onların da terapide ve hayatta bir bildikleri, bir inandıkları vardır. Suskunluk tercihi ise kimi zaman cebindeki çakıl taşlarıyla ısınmanın yoludur, mübahtır.

Herkesin haddinden fazla konuştuğu bir dönemde sizleri psikoterapiden ve hayattan konuşmaya çağırmadım bu yazıyla. Konuşsak ne olur, sussak ne olur üzerine kafa yormak istedim. Hayatı konuşmayınca, aforizmalar üfürmeyince ne kaybediyoruz bilmiyorum. Kendimizi, öykümüzü, hayatımızı, psikoterapimizi dillendirmek bizi neyin bir üst aşamasına taşır? Sanırım hiçbir şeyin. Ama işte malum psikoterapinin ve hayatın kıyısında gezinerek, çıkarımlar yaparak daha kolay baş ediyoruz. Aslında bir nevi vites küçültüyoruz. Çünkü hayat tüm hızıyla akarken hayat hakkında yazmak ve konuşmak bir nebze yavaşlamak demek. Yazının başında bahsettiğim tivoterapistlere de bundan şaşırıyorum nasıl da terapi ve hayat odalarından zaman bulup bu kadar döktürebiliyorlar diye. Zaman hiç kimsenin iç dökmesine olanak vermeden akabiliyor. MetÜst geçenlerde yazdı: “Bugün dayanabilirsen yarın daha az acıtıyor, ertesi gün zaten geçiyor”. Aynen öyle…