Bazen çok uzaklardan gelmiş biri gibi hissediyorum kendimi hayatın içinde, yabancı biri...

Bazen çok uzaklardan gelmiş biri gibi hissediyorum kendimi hayatın içinde, yabancı biri... Ethem Sarısülük’ü öldürenin cezaevine konulduğunu öğrendiğim zaman sokaktaydım, gazetemi almış başlıklara bakarak yürüyordum; sokakta masa açmış imza toplayan bir grup genç gördüm ve işe giden takım elbiseli bir adamın onlara “Sizinle hemfikirim ama memurum, başım belaya girer” dediğini duydum. Max Frisch’in günlüğünde 68’de yaşanan polis şiddetiyle ilgili gazete haberlerini aktarışı geldi aklıma. Olaylar sırasında bir çocuk ölmüş ve gazeteler suçu göstericilerin üzerine atmışlardı o zaman da. Sokak ortasında acımasızca dövülen gençler, karakolda zorla saçları kesilenler... Bunlar yaşanırken polis şiddetiyle ilgili imza kampanyaları düzenleniyordu ve az evvel tanık olduğum gibi, pek çok kişi başlarının belaya girebileceği gerekçesiyle imza vermeyi reddetmişlerdi. Aynı kişiler, muhtemelen Charles de Gaulle’e oy vermiş, başlarının belaya girme ihtimalini tamamen ortadan kaldırmışlardı. O yıllardaki duvar yazıları arasında yer alan Deleuze’ün bir sözü geldi aklıma: “Direnmek yaratmaktır!”

'Direnmek Yaratmaktır' adında bir kitap yayımlanmıştı yıllar evvel, Miguel Benasayag ve Florence Aubenas’ın… Versus’tan çıkan kitapta, neoliberalizmin yalnızca bir ideoloji olmadığını anlatıyordu aktivistler, “Kendi yaşayışımıza bakmamız yeter: Biz oyuz, o bizim içimizde” diyerek. Orwell’in “Pudingler ya da kırmızı hudut taşları kişiliğinizin bir parçasıdır” dediği gibi… Bu karşı olduğumuz şeyin bir parçası olduğumuz gerçeğine çare bulmadan olmaz sanki hiçbir şey. İktidarlar da bu yüzden edebiyat ve sanattan hazzetmiyorlar ya, içimize değil de sürekli ekrana bakarak varlığımızı unutmamız işlerine geldiği için. Benasayag ve Aubenas’ın da bahsettiği gibi neoliberalizme karşı olmak, insanlara "Televizyon izlemeyin" demek gibi bir şey aslında. Televizyon orada ve milyonlarca kişi izlemeye devam ediyor, siz ne kadar haklı şeyler söyleseniz de... Gezi’den sonra, muhalif gazeteciler bile eleştirdikleri medyanın televizyonlarına çıkmakta tereddüt etmediler hiç, biber gazından yaşarmış gözlerle televizyonları izlemeye devam etti çoğunluk. Bir aradayken dayanışmak, ağaçları kurtarmak iyiydi; alışveriş merkezlerine gidilmemeliydi; yeni bir hayat doğuyordu; sonra herkes evine dönüp televizyonlarını açınca, eski hayat kaldığı yerden devam etti sanki. Gerçekteyse devam etmedi, etmiyor ama yeterince farkında değiliz bunun. Çünkü yeterince yakın değiliz kendimize, izin verilmiyor. Arjantin’de yoksul çocuklar için canla başla mücadele edip okul kurmuş bir kadın öğretmenin, insanların okula ilgisizliğine isyan ederek haykırdığı sorulara vereceğimiz cevaplarda gizli, hakikatle kurduğumuz ilişki: “Talihsizlik karşısında paçamızı kurtarmak için mi yaşıyoruz yalnızca, bir kriz anına karşı koyabilmek için saf bir çıkar birliği mi bu? Yoksa başka değerlerle birlikte yeni bir yaşam tarzı mı doğuyor?”

Beatniklerin ortaya çıktığı zamanı ve 68’deki edebiyatın niteliğini düşününce, “başka değerler”in uzun zamandır bizleri beklediğini; Gezi’de yaşanan yaratıcılığın aslında tarihsel bir temele ve anlatıya sahip olduğunu görebiliyor insan. Italo Calvino da yazmıştı, edebiyatın tam da o yıllarda bireyin iç alanına yönelerek ideolojik kültürün boşluk bıraktığı yerde kendine yer açmaya çalıştığını. Kaldı mı o boşluk, bırakıldı mı bilmiyorum; John Forrester’ın bir zamanlar Ayrıntı’dan çıkan 'Hakikat Oyunları' kitabındaki söylediklerini ya da Nuri Bilge Ceylan’ın 'Kış Uykusu' filminde insanlar arasındaki iletişimde hakikatin kendisi kadar, ne zaman ve nasıl dile getirildiğinin önemini ve açmazlarını görünce, karamsarlığa kapılabiliyor insan. Forrester’a göre hakikat, yalanların ve görünüşlerin fani dünyasına karşı bâki olandan yanadır; hayata karşı ölümün tarafındadır. Badiou’ya göre ise, mevcut durumdan, düzenden, rutinden radikal kopuş anlamına geldiği için hayatın tarafında… Bütün mesele, Lacan’ın birey olma koşulu olarak öne sürdüğü arzularından ödün vermeyen insanların çoğalmasıyla ilgili aslında, öyle başlıyor direniş, aşk gibi… “Ne yapmalı?” sorusu önemini yitirdi artık, yaparken öğreniliyor her şey…