Puslu Hikâye

MURAT MÜFETTİŞOĞLU / mmufettisoglu@gmail.com

On dört aydır işsizdim. Beşiktaş’ta bir banka oturmuş düşünüyordum? Belki üç, belki beş, belki on dakikadır düşünüyordum. Aklımdan geçenlerin dışında, kaç dakikadır düşündüğümün ne önemi vardı ki? Neydi ki dakika? Günün yirmidört saat olduğunu, üç dakikalık rüyaya bir serüvenin sığdığını, kelebeklerin yirmidört saat yaşadıklarını, en yakın galaksinin bilmem kaç milyar ışık yılı uzakta olduğunu bilmenin kime ne faydası vardı? Kaldırımdan renk renk ayakkabılar geçiyordu. Zamanı önemsediklerini telaşlarından anlıyordum; onlar için Hayat’ın kendisiydi çünkü. Şurası kesin: Zaman bana iyi şeyler çağrıştırmıyordu. Varlığı altında eziliyordum, önemiyse içimi daraltıyordu.

Karaköy’de, saatimin tamir edilmesini beklerken dükkandaki saatlerden birine takılmıştım: akrebi, yelkovanı ve rakamları yoktu; saniye çubuğu dolap beygiri gibi dönüp duruyordu. Yaşlı tamirci -başını işinden kaldırmadan- ne düşündüğümü sordu. “Bir şey düşünmüyorum, saate bakıyorum” dedim. “Farkındayım, baktığın saat hakkında ne düşündüğünü sordum” dedi. “Saniye çubuğu özellikle yalnız bırakılmış gibi” dedim. “Doğru, ben yaptım” dedi. Devam etmemi bekliyordu. “Zaman diye bir şeyin olmadığını, onu rakamların var ettiğini düşündürüyor” dedim. Burnundan bir tıslama geldi. Bakışlarımı saatten ayırmadan, “göstergenin boş boş dönmesi de zamanı hiçleştiriyor” dedim. “Demek ki zaman karşılığı olan bir şeymiş!” deyip kahkaha attı. Ne demek istediğini anlamadığım halde, “evet belki” dedim. Dükkanın paslı dokusu ve metalik kokusu kaybolmuştu; yalnızca saat, saatçi ve ben vardık... “Zaman denen şey, akrebin, yelkovanın ve rakamların yokluğunda belirir, çünkü bu üçü zamanı baskılarlar. İçlerinde en gaddarı akreptir!” diye bağırdı. İrkildim. “Belki de adı o yüzden akreptir” dedim. Söylediğim şeyi duymadı ya da önemsemedi. “Akrep, bir rakamda tam altmış dakika bekler, zamanı da beklediği rakama hapseder” deyip sustu. “Peki yelkovan?” dedim. “Yelkovan akrebe dalkavukluk eder, ancak onun kadar sabırlı değildir, bu yüzden zamana karşı ikinci derece suçludur. Akrep, yok ederek varolan birinin acımasızlığına ve sabrına sahiptir. Tıpkı bir akrep gibi!” deyip boynunu bana doğru uzattı. Hafiften çekinerek, “rakamlar kaldı” dedim. “Saniye çucuğunu unutma!” dedi. Ancak rakamlarla devam etti: “Onlar akrebin birinci derece suç ortaklarıdır, zamanın da hücre numaralarıdır. Oniki tane olmaları bile küstahça!” deyip gözlerimin içine baktı. Meydan mı okuyor, onay mı bekliyor bilemedim. Saniyeyi hatırlatmamı beklediğini tahmin etmeme rağmen inatla sustum. Kendisi gibi düşünmediğimi hissetsin istiyordum... “Benim yıllardır çözemediğim bu köşe kapmaca oyununda, en saf, en masum olanı saniye çubuğudur. Bir çocuğun telaşı vardır onda. Bütün lahzaları okşayarak hareket eder; zamanla münasebeti bu yüzden farklıdır. Adeta onu kutsar. Çünkü zaman kutsanacak bir şeydir!” Çatallı sesi dükkandaki ıvır zıvırın içinde kaybolup gitmişti. “Oyunu çözmüş gibi konuşuyorsunuz” deyince yüzü gözü karardı. Merakla ne diyeceğini beklerken sustalı çeker gibi saatimi uzattı. “Eskisinden daha sağlam, ona iyi bak” dedi. Parayı ödeyip çıktım.

Dükkândan uzaklaşırken adamın söylediklerini düşündüm: ‘Belki yaptığı işi önemsetmenin derdindeydi. Belki dedikleri işime gelmemişti... Zamanın hayata karşılık geldiğini kanıtlamak kolaydı; hepten yok saymak zordu. Hayat’a gelince; şehre girerken başlıyor, çıkarken bitiyordu. Kırdaki bir kelebeğin ömrü bu gerçeği değiştirmiyordu. Kırlarda hayat, doğumla ölüm arasındaki sayısız döngüler toplamıydı.’

Zihnimin açık, havanın kapalı olduğu bir Pazartesi sabahı Çamlıca’ dan şehre bakacak; hayatla zamanın ilişkisini yeniden düşünecektim. Onu takip eden ilk sabah da Paşalimanı’ndaki balıkçı kahvesine oturacak; demli bir çay söyleyip bir sigara yakacak; gözlerimi Karşı’nın puslu görüntüsüne dikecek; ‘zamanın bizi nereden alıp nereye bıraktığına’ kafa yoracaktım. Nereye götürdüğüyle ilgilenmiyordum, çünkü gelecekle ilgilenmiyordum. Zaman, kendimizi aynada ilk kez görüp şaşırdığımız o sinsi andan beri bizi itekliyordu; iteklerken aşındırıyordu. Ondan kopmak her zaman iyi geliyordu...