Radikal İslam ve Neonazizm arasında sıkışan Avrupa demokrasisi

Özgür Çoban

İsveç’in geçtiğimiz hafta Ortadoğu kökenli 6 imamı “güvenlik” gerekçesiyle sınır dışı etme kararı ve Almanya’nın Offenbach kentinde 3 radikal İslamcının saldırı şüphesiyle gözaltına alınması fundamentalizm kaynaklı terör tehlikesini yeniden gündeme getirdi. Bu yaşananlar Avrupa kamuoyunda, önemli radikal İslamcı terör örgütlerinin ideolojik vahası olan Selefilik’in de yeniden tartışmaya açılmasına neden oldu.

Aslına bakarsanız Selefilik üzerinden yürütülecek bir radikal İslam tartışmasının faşist eğilimleri anlama konusunda önemli sacayaklarından biri olduğunu düşünüyorum. Bir diğer sacayağı ise üzerinde sürekli konuştuğumuz Neonazizm. Bu iki faşist akım, birbirlerinden besleniyorlar ve birbirlerinin tamamlayıcısı durumdular. Post-faşistler ile fundamentalist İslamcıların birbirlerinin varlıklarından memnun olduklarını zaten biliyoruz. Her iki kesim de ideolojik örgülerini fundamentalist unsurlar üzerinde bina ediyorlar ve kimliklerini karşı cephede yer alan “ötekiye” göre kurgulayarak varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar,
Almanya’da en fazla Selefi, Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinde bulunuyor. Bu eyalet aynı zamanda ülkenin en kalabalık bölgesi. Öyle ki Almanya’dan IŞİD’e katılmak için ayrılan bin kişiden 300’ü bu eyalette yaşıyordu. Alman iç istihbarat teşkilatı Anayasayı Koruma Örgütü’nün verilerine göre, 2015 yılında Ortadoğu’dan yaşanan büyük göçle birlikte selefilerin sayısında da artış oldu. 2011 yılında 3 bin 800 Selefi kayıt altına alınırken bu rakam 2018 yılı itibariyle 12 bine yaklaştı. Burada dikkat edilmesi gereken husus şu, Alman istihbaratı bu kayıtlı selefileri “şiddete eğilimli” ya da “şiddete eğilimli değil” şeklinde sınıflandırıyor. Örneğin, 2010’da 100 kadar olduğu belirtilen cihatçı selefilerin sayısı güncel verilere göre bine yaklaştı. Bunlar arasında 460’ı, güvenlik birimleri tarafından ‘şiddet yanlısı ya da her an şiddet eylemi yapabilecek kişiler’ olarak sınıflandırılıyor.
Selefilerin orijinlerine bakarsak çoğunluğunu Arap ve Türkiye kökenliler oluşturuyor. Çeçenler, İnguşlar, Dağıstanlılar ve Osetyalılar da selefi gruplar içinde giderek artan bir ağırlığa sahip.

Hedef kitle gençler

Püriten ve literalist İslam’ı yayma çabası içerisinde olduklarını iddia eden selefiler, Almanya’da 2016 yılına kadar faaliyetlerini açıktan yürüttüler. Ancak bu faaliyetlerin örgütleyicisi konumunda olan Gerçek Din (Die Wahre Religion) adlı dernek 2016 yılında yasaklanınca adeta yer altına indiler. Selefiler bu dernek yasaklanana kadar “Oku!” adını verdikleri bir kampanya çerçevesinde; kentlerin caddelerinde, meydanlarında ücretsiz Almanca Kur’an-ı Kerim dağıttılar, ortalık yerde namaz-showlar düzenlediler, insanları saflarına çekebilmek için mangal partileri ve futbol turnuvaları organize ettiler.

Almanya’da bulunan selefist örgütler de Neonaziler gibi yoğun olarak online mecralarda aktif. Selefi gruplar oldukça kapalı yapılar. Kendi camileri, kendi marketleri ve kendi sosyal yaşam alanları var. Yani göze çarpmamaya azami oranlarda dikkat ediyorlar. Hedef kitleleri ise Avrupa’ya yeni gelmiş, henüz aidiyet duygusu oluşmamış Müslüman gençler. Araştırmalar, selefilere katılanların yüzde 90’ının yaş ortalamasının 30’un altında erkekler olduğunu gösteriyor. Hemen belirteyim, kadın sempatizanların sayısı da bir hayli fazla. Ülkelerinden, içine doğup büyüdükleri kültürden koparak Avrupa’ya gelen gençler, yaşadıkları bütünleşme sorunlarını Selefizm gibi antisosyal, saldırgan ve şizofrenik ideolojiler etrafında kümelenerek aşmaya çalışıyorlar. Selefilerin, bu gençlere ulaşmada gösterdikleri çabaların başarıya ulaşmasının en önemli nedeni internette yürüttükleri faaliyetler. Bunu Alman istihbaratı da kabul ediyor. Tıpkı Neonazilerde olduğu gibi Selefiler de internetin kuytu köşelerinde karanlıklarını yaymaya devam ediyorlar.

Selefilik, belki içinde bulunduğumuz şu zaman dilimine nicelik olarak hâkim değil ama Avrupa İslamı için söylüyorum, gelecekte nitelik olarak başat hale geleceği oldukça net bir şekilde ortada. Selefiliğin, bu arkaik ve ucube haliyle bulundukları ülkelerdeki sistemi benimsemeyen Müslümanlar için oldukça cazip bir seçenek olduğu görülüyor. Tabii Müslüman göçmenlerin entegrasyonunda yaşanan arızalarda, burada kendilerine uygulanan keskin ve gündelik ırkçılığın payı olduğunu da hemen belirtmek gerekiyor.

Selefilik’in, açık bir politik duruşunun olması ve bunun özü itibarıyla bulundukları ülkelerin sistemlerine karşı bir dayanak noktası olarak öne çıkması sıkıntıyı büyütüyor. İsveç’teki sınır dışı meselesine dönersek, özellikle Ortadoğu’dan gelen Selefist teologların ders ve vaazlarını artırmasıyla birlikte radikal İslamcı örgütlerin üye sayısında patlama yaşandığı görülüyor. Belirttiğim gibi bu vaizler genellikle, ikinci nesil göçmenleri ve Avrupa toplumları tarafından alt katmanlara itilmiş gençleri hedef alıyor.

Sonuç olarak, radikal İslamcıların entegrasyona gösterdikleri direnç, göze batmadan sürdürmeye çalıştıkları misyonerlik faaliyetleri sıkıntıyı büyütüyor. Kılık kıyafetleriyle bile negatif çağrışımlar yaratan Selefilerin, bazı Avrupalı politikacıların ısrarla üzerinde durdukları, “Avrupa İslamı” projesinden dışlandıkları görülüyor. Selefilerin bu durumu, tabii olarak aşırı sağcı ivmelenmeyi de tetikliyor. Bu iki oksimoron birbirini büyütüyor. Bu arkaik ideolojilerin yarattığı güçlü akıntıya kapılan Avrupa siyaseti ise faşizmin karanlık tarafıyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Bu yönüyle demokrasiye iman eden, AB fikrini savunmaya devam eden politikacıları Neonazizm ile Selefilik arasındaki sıkışmış alanda çetin bir mücadele bekliyor.