Balıkçılar kahvesinde tuhaf bir sessizlik var bu aralar. Ben de kitaplara gömülmüş, yanan sobanın çıtırtısı eşliğinde bazen pencereden gökyüzünü tuvale çeviren bulutları izleyerek çalışıyorum.

Gazete yazılarında rastlıyorum bu ara sık sık, siyasetten sanata bugünü anlamak için başka türlü düşünülmesi gerektiğine dair eleştiriler, öneriler... On dokuzuncu yüzyıl kafasıyla bugünün siyaseti doğru okunabilir mi?

Sait Faik, kendi dönemine göre öncü bir yazarken, neden günümüzde Sait Faik gibi öykü yazılmaya çalışılıyor? Sait Faik yaşasaydı, başka türlü yazmanın yollarını aramaz mıydı? 1950’lerden bu yana hiçbir şey değişmedi mi? Bazı yazarlar ya da siyasetçiler, bunu yapabiliyor, yani kendisini dağılmadan yeni şeylere açabiliyor, ama çoğu kişi kendi tutarlılığına, gerçeklikten kopma pahasına hapsolmuş durumda sanki…

Ruh sağlığıyla ilgili yapılan çalışmalar, rahat ve esnek olmanın öneminin altını çizer. Katı olmak, koşullara ve sürprizlere açık olmayı engellediği için dağılmanın önkoşulu gibidir. Katılık, duygusal ulaşılabilirliği, bağlanmayı, duygulanımın yeni durumlara yanıt verebilecek şekilde düzenlenmesini ve bilişsel süreçleri olumsuz etkiler çünkü. Ama hiç tutarlılık kaygısı olmayınca da başka türlü dağılır ve uçuculaşır insan.

Psikanalist Laplanche, açılmanın ve kapanmanın yollarını öğrenmenin öneminden bahsetmişti yazılarında. İnsan, doğduğundan itibaren ötekine travmatik bir biçimde açıktır çünkü. Psikoterapide sık sık çocukluğa inilmesi, bu fazlasıyla açık olunmasıyla ilgilidir, bir sünger gibi, her şeyi, annedeki kaygıyı bile emer çocuk. Ama yapılan araştırmalardan biliniyor ki, bebeklerin öz-düzenleme ve kontrolü sağlamaya yönelik doğuştan bir yatkınlığı da vardır. Dille birlikte çocuk kapanmayı öğrenir, bir tutarlılık arayışına girer, yavaş yavaş kendini kapatır. Artık dışarıdan gelen uyaranlar, önceki gibi kafa karıştırıcı olmaz, anneden gelen mesajları süzerek alır. Adam Phillips, “Hep Vaat HepVaat” kitabında, bu durumu bir tür kapana kısılma gibi tarif ediyor. Bebek, açık olduğunda da kapana kısılmıştır, kapalı olduğunda da… Laplanche’ın önerdiği çözüm, kapandıktan sonra yeniden açılmalara dayanıklı olmayı başarabilmekte. Yoksa insanın, siyasetin, sanatın dağılmadan değişebilmesi mümkün değil.

Tutarlılık, yani hikâyenin bir bütünlüğe kavuşması, kapanma anlamına gelir ve psikoterapide o bütünlüğün açılmasına çalışılır; daha sağlam bir bütünlükten ve kapanmadan ziyade, hatalı yapıların çözülmesi ve bütünlüğün kişi tarafından yeniden tercüme edilir hale gelmesine… Bu sayede belirsiz, gizemli ve travma yaratıcı mesajlar tercüme edilerek, rahat ve esnek, akış halindeki yeni bir tutarlılık hedeflenir.

Siyasetin de, sanatın da önemli bir meselesi kapalılık… Geçmişteki travmalar yeterince anlaşılmadığı, yüzeysel ya da romantik bir biçimde tutarlı olmak adına yanlış tercüme edildiği için, en ufak bir açıklık dağılma endişesine ya da gerçekten bir dağılmaya neden oluyor. Solun katılığı, soldan kopanları radikal bir biçimde liberalleştiriyor ya da tam tersi… Sanatta da fazla açıklık uçuculaşmaya ve özensizliğe, fazla kapalılık ise tekrara ve güncelden kopmaya neden oluyor. Hep aynı temayı evire çevire yazan, okur kaybetme endişesiyle kendisini tekrar eden yazarlar, en üretken olabilecekleri zamanları harcamış oluyorlar. Keza sinemacılarda da benzer bir durum var. Türkiye pek çok yönden kapana kısılmış durumda. Rahat ve esnek olmak, bu kapandan kurtulmak için gerekli, ama bunun için her şeyin yeni baştan tercüme edilmesi, yeni sentezlere ulaşacak şekilde parçalara ayrılması gerek. Bu da psikoterapide olduğu gibi, zaman ve emek demek… Gözüm pencereden denize açılmaya hazırlanan balıkçılara kayıyor. Balıkçının iyisi, acele etmeyendir.