Rahip Brunson’un tahliyesiyle bir rehine siyaseti macerasının daha sonuna geldik. Üstelik son yine değişmedi; tıpkı Deniz Yücel davasında olduğu gibi, tıpkı Büyükada davasında olduğu gibi, o kadar atıp tuttuktan, o kadar efelendikten sonra, “bağımsız yargımızın kararıyla”, rahibi de evine uğurladık.

Başka ülkelerin vatandaşlarını tutuklayarak onları o ülkeyle yapılacak pazarlıkların bir aracı haline getirmek, onları bir koz olarak kullanabileceğini düşünmek ve bunu rutinleştirmek mevcut iktidarın icadı. Peki bir işe yarıyor mu derseniz, daha önce olduğu gibi bu sefer de yaramadığını gördük. “Ver papazı al papazı” diyerek açılan el, Fethullah Gülen’le ilgili böyle bir takas söz konusu olmayacağı anlaşılınca, Halk Bankası’na ceza kesilmemesine, oradan da en son Hakan Atilla’nın Türkiye’ye gönderilmesine kadar inmişti.

Şu an itibariyle ise bu taleplerden hiçbirinin karşılanmadığını görebiliyoruz. Dahası, bir anlaşma yapılmış ve karşılığında bir şeyler alınacak olsa bile, rahip vesilesiyle derinleşen ve gelişi hızlanan ekonomik krizi düşündüğümüzde, ödenen bedelin ne olduğunu ve yaşananların Türkiye’ye maliyetinin yüksekliğini anlayabiliyoruz.

Evet, uluslararası sistem bir hegemonya bunalımı yaşıyor ve bu bunalım emperyalist hiyerarşi içerisindeki ilişkileri doğrudan etkiliyor; iktidar partisi de söz konusu krizi fırsat bilerek, bu hiyerarşi içerisindeki yerini değiştirmeye, emperyalizmle yeni bir güç dengesinde, yeni bir pazarlık düzleminde buluşmaya çalışıyor. Ancak bunu hem gücünün sınırlarını zorlayarak, ortada asimetrik bir ilişki yokmuş gibi davranarak, hem de Kayserili halı tüccarı kurnazlığıyla yapmaya çalışıyor ve her seferinde de ortaya dünkü gibi bir sonuç çıkıyor.

Gücünün sınırları ile kastettiğimiz şey, Türkiye’nin ekonomik olarak dünya sistemi içerisindeki yeri. Batı sermayesine ve sıcak para akımlarına göbekten bağlıyken ve ithalatıyla, ihracatıyla, bankacılık ve kredi sistemiyle, 450 milyar dolarlık dış borcuyla kapitalist sistemin zayıf ülkelerinden biriyken, bu ekonomik bağımlılık ve zayıflık halini gözetmeden atılan her adım eninde sonunda ters tepiyor. Trump’ın tek bir tweetiyle dolar kurunun alıp başını gittiği bir ekonominiz varsa, siyasal alanda atacağınız her adımı hesaplayarak atmanız gerekir ama bizde böyle yapılmıyor, netice ise hep dünkü gibi oluyor.

Hele bir de bunu yaparken kendinizi akıllı âlemi ise aptal zannediyor ve kandırabileceğinizi düşünüyorsanız, işte bu akıllılık değil, kurnazlık oluyor ve ne uluslararası politika, ne de diplomasi kurnazlıkla işliyor, kurnazlık sandığınız şeyin sonu kurduğunuz oyunun elinizde patlamasıyla sonuçlanıyor.

Türkiye’nin bugün on altı yıl öncesine göre emperyalizme daha az bağımlı, daha saygın, daha itibarlı bir devlet olduğunu iddia edebilir miyiz? Eğer havuzun bir parçası değilsek, hayır. Dış politikasını süreklileşmiş bir şark kurnazlığı üzerine kuran, küçük hesaplar yapan, kapalı kapılar ardındaki pazarlıkları ve kişisel ilişkileri merkeze koyan bir anlayıştan bağımsızlık, itibar, egemenlik çıkmaz. Çıkanın ne olduğu ise bellidir, “dünya beşten büyüktür”de somutlaşan, içi boş, kof bir şov, o kadar.

Bunun dışında, rahip meselesi bir kez daha Türkiye’de yargı diye bir şeyin olmadığını, “yargının siyasallaşması” tabirinin bile olan biteni açıklamaya yetmeyeceğini, ortada çok daha feci bir durum bulunduğunu göstermiştir. Belki Türkiye’de yargı hiçbir zaman bağımsız olmamıştır ama hiçbir zaman da olan bitenin böylesine pespaye bir müsamere halini aldığı görülmemiştir. Bu müsamere hali ise her şeyden önce bu ülkenin yurttaşlarına yapılan büyük bir saygısızlık, büyük bir kötülüktür.

Devlet geleneğinin, dış politikanın, yargının, medyanın, hukuk sisteminin çürümesi, bir büyük yalanın bütün kurumlarıyla bütün bir ülkeyi, ülkedeki herkesin aklını rehin almaya çalışması… İçinde bulunduğumuz durum aşağı yukarı budur ve işin tuhafı tam ortasından ikiye bölünmüş bir toplum, bu büyük yalanı hiçbir şey yokmuş gibi izlemeye devam etmektedir.

Bunun gerisinde ise, iktidarın da aslında en büyük şansı olan, muhalefet yokluğu vardır. İktidar partisi, Türkiye’de muhalefeti de kendine benzetmeyi başarmış ve aynı zamanda kendisi açısından tehlikesiz hale getirmiştir. Muhalefetin olmadığı yerde ise toplum elbette ki tüm bu olan biteni izlemekle yetinecek, çürüme derinleşecek, yalan büyüyecektir.

Oysa rahibin salınması, iktidarın Türkiye’yi içine soktuğu krizi önlemeye yetmeyecek, kriz giderek derinleşecektir ve tam da bu nedenle ihtiyacımız olan şey hakiki bir muhalefettir. Türkiye’nin kaderini belirleyecek olan, iktidarla varoluşsal ve hakiki bir mücadele içerisine girecek bir muhalefetin ortaya çıkıp çıkmayacağıdır, çürümeye ve yalana karşı tek çare budur.