Basın özgürlüğünün halkın haber alma hakkının temeli olması, bu açıdan verilecek mücadelede gazeteciler ile okurun, izleyicinin, dinleyicinin yani halkın ortak davrandığı zeminlerin geliştirilmesini de zorunlu kılıyor

Rasyonalitenin parçalandığı  bir ülkede gazetecilik

FATİH POLAT
Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni

Cumhuriyet gazetesinin internet sitesinin Genel Yayın Yönetmeni Oğuz Güven’in, Denizli Cumhuriyet Başsavcısı Mustafa Alper’in ölümüyle ilgili olarak siteden paylaşılan ve 55 saniye sonra da hatalı olduğu düşünülerek kaldırılan tweetten ötürü tutuklanması, Türkiye’de basın özgürlüğüne dair zaten epey hırpalanmış olan rasyonellik algısını paramparça etti.

Oğuz Güven’in tutuklanmasının gerekçesinde hâkimin yaptığı niyet okuması, Gülen Cemaati ile bir ilgisi olmadığı tanıyan herkesin malumu olan bir gazeteciden bir çırpıda nasıl ‘FETÖ’cü çıkarılabildiğinin de sarsıcı bir örneği oldu. Böylesi bir ‘dönüşüm’ü duysa, herhalde Kafka, mezarında ‘Bu kurguyu ben bile yapamazdım’ diyerek ters dönerdi.

Ama evet, artık inkar edemeyiz. Bu ülkede, gerçeğe bağlı, iktidarın haz etmediği türden gazetecilik yapmaya çalışan her birimiz, basının istisnai nefes alma süreçleri dışında özgür olmadığı bu ülkedeki eski baskı kalıplarının dahi ötesinde bir yerdeyiz. Eski baskı rasyonalitesinin de parçalandığı yeni bir durum bu.

Bir anlamda, Kafka’nın yeni dönem kahramanları gibiyiz. Büyük bir kuşatılmışlık karşısında, doğru bildiğini yaşamaya, yapmaya çalışırken sabahın bir saatinde kapımıza gelebilecek olan polisin, bu ‘ziyaretinin’ nereden kaynaklandığını savcının yüzünü görene kadar ancak yorum yoluyla keşfetmeye çalışmakla mükellef bir gazeteci kuşağı.

George Orwel’in “Big Brother”ı da ne ki! Bizde artık, istihbaratından emniyetine, politikacısından yargıya, köşe yazarından sosyal medya trollerine kadar düğmesine basılmasına bile gerek kalmadan harekete geçen mikro Erdoğan’lar var.

Erdoğan, hapiste tutulan gazeteciler için ‘katil, soyguncu, çocuk istismarcısı, terörist, dolandırıcı’ dedikten sonra, artık mikro Erdoğan’lara her gün yeni bir gazeteci avına çıkmak düşüyor.

Suç ve ceza ilişkisinin bilinen kalıplarının bu kadar parçalandığı bir zamanda, aklımıza mukayyet olmak için romanın tanrısı Dostoyevski’yi mi imdada çağırmalı? Ya da bu ülkede, yeryüzünün bu kadar tekinsizliği karşısında Şebnem İşigüzel’in bizleri ağaca çıkarması bir çare olabilir mi?

Ama, eğer sonuçta Aslı Erdoğan’ın dediği gibi "sesi duyulmayan mağdurların sesi" olmakta ısrar edeceksek, ki edeceğiz, mezarlıktan geçerken ıslık çalmaktan daha yaratıcı yöntemler bulabilmeliyiz.

Zor zamanlarda edebiyata başvurmak, edebiyatla düşünmek iyi bir sığınaktır. Klişelerin sığlığından kurtulmak ve bir çıkış bulabilmek için felsefenin derinliği kadar edebiyatın anlam zenginliğine de ihtiyacımız var. Felsefe ve edebiyatın, böylesi zor zamanlar için üzerinde birleşebileceği sihirli formül ne olabilir diye düşününce, insanın aklına, hiç yeni olmayan, ama her dönem direnerek kendisini korumayı başaran bir sözcük geliyor: Dayanışma.

Türkiye cezaevlerindeki gazeteci sayısı 160’ı geçti. Sadece tek bir gazeteden, Cumhuriyet’ten 13 kişi cezaevinde.

Kapatılan televizyon kanallarının mallarına el konulduğu, gazetelerin kapatılma ve kayyım baskısı altında tutulduğu, gazetecilerin basın kartlarının, pasaportlarının iptal edildiği, iktidarın hedefindeki gazetecilerin eşlerine bile yurtdışı yasağı konularak ‘rehine’ muamelesi yapıldığı bu rezil zamanda bize iyi gelecek olan şey dayanışmadır. Güçlü ve değiştirici bir mücadele de, güçlü dayanışmaları örebilmekten geçiyor.

Bütün baskılara ve medya ortamındaki iktidar tekeline rağmen, 16 Nisan’da yapılan başkanlık referandumunun sonuçları, halkın değişim isteğinin seçim hilelerine başvurmadan dizginlenemeyecek boyutlarda olduğunu ortaya koydu. Ve şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Türkiye gazetecilik ve basın özgürlüğü bakımından sadece bir mağduriyetler ülkesi olarak anılamaz.

Bu ülkede genç gazeteciler de, mesleğe 50 yılını vermiş gazeteciler de, gösterdikleri basın dayanışması nedeniyle yargılandıkları davalarda, sadece kendilerini değil, basın özgürlüğünü de savunuyorlarsa ve kitaplaştırılacak kadar güçlü savunmalara tanıklık ediyorsak, bunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Evet, ‘muhbir’ gazeteciliğin iktidar tarafından konforla ödüllendirildiği bu ülkede, tüm baskılara rağmen hakikate sahip çıkan, eğilmeyen gazeteciler vardır.

Uydurma gerekçelerle hapiste tutulan meslektaşlarımızın, arkadaşlarımızın sayısının her geçen gün artması bize hakikate sahip çıkmak konusundaki sorumluluğumuzu bir kez daha hatırlatıyor.

Ama bu, sadece gazetecilerin -o da belli sayıda- dik durması ile baş edilebilecek bir sorun değil.

Basın özgürlüğünün halkın haber alma hakkının temeli olması, bu açıdan verilecek mücadelede gazeteciler ile okurun, izleyicinin, dinleyicinin yani halkın ortak davrandığı zeminlerin geliştirilmesini de zorunlu kılıyor. Aksi takdirde bu ülkede az sayıdaki gazeteci, gerçeği savunmanın kürek mahkûmları olmaktan kurtulamaz.