Bir… İki… “Arkadaşlarımın dedikleri doğru mu, baba?” Üç… Dört… “Bilerek mi kaybettin?” Beş… Altı… “Para için,” Yedi… Sekiz… “Hayır, oğlum, doğru değil!”

∞. Raunt

METE GÜNER

Yüzüme vurulan ıslak süngerle kendime geldim. Koç, kollarımı yukarıda tutmam gerektiğine dair bir konuşma yapıyordu. Anladığımı ima etmek için başımı salladım ama eldivenler artık ağır geliyordu. Doktor araya girip açılan kaşımdaki kanamayı durdurmaya çalıştı. Kan akmaya devam ederse görüş açımı kapatıp, beni tek gözle dövüşmeye zorlayacaktı. Kafamı biraz yana eğip, sağlam gözümle rakibime baktım. Benden on yaş genç, kariyerinin zirvesinde bir boksör gördüm. Eski şampiyonu ikinci kez yenerek şampiyonluk kemerinin gerçek sahibi olduğunu tüm dünyaya haykırmak istiyordu. Bikinili, sarışın bir kadın rakibimle olan bakışmamızı böldü; elinde taşıdığı tabelayı başının üzerine kaldırıp, üzerinde yazanı insanlara gösteriyordu. Zihnim, tabeladaki numaranın anlamını hatırladı.

“Senin devrin geçti, Şampiyon,” dediler bana, “Çocuk seni ilk maçta perişan etti. Yine aynısı olacak. Sen de biliyorsun bunu. Niye bu durumu paraya çevirmeyelim? Sekizinci rauntta düşeceğine dair bahse gireceğiz.”

“Ya düşmezsem?”

Hiçbir şey söylememişlerdi. Bu onların bir şeyler söyleme yöntemiydi. Ringin ortasında yürüyen kız, tabelayı aşağı indirdi ve tek elinde tuttuğu tabelayı yana çevirmişti. Tabelanın üzerindeki sayı yana yattığında bir sonsuzluk işareti oluşturdu. Hakem boksörleri köşelerinden çağırdı. Gonk çaldı ve dövüş tekrar başladı.

Yerimde durduğum an, ayaklarım güçsüzlükten titriyordu. Ben de sürekli hareket edip, rakibimin durumumu fark etmesine engel olmaya çalışıyordum. Ringde dans ettikçe daha çok yoruluyor, bacaklarım daha da güçsüzleşiyordu. Kendi kuyruğunu yutan bir yılan gibi kendi kendimi tüketiyordum.

İlk dakikada rakibim stratejimi değiştirdiğimi düşünüp, yanıma yaklaşmadı. Saldırmadan önce ne yapmaya çalıştığımı çözmeye çalışıyordu. Yaklaştığındaysa bir iki şanslı açık yakalayıp, sol direklerle onu uzakta tuttum. İlk maçımızda böyle bir şey yapmamıştım. Hatta tüm kariyerim boyunca Muhammed Ali gibi ringde dans eden bir boksör olarak bilinmemiştim. Spikerlerin ve seyircilerin şaşkınlığını ringden hissedebiliyordum. En çok da televizyon başındaki oğlumun ve eşimin şaşkınlığını, üzüntüsünü hissediyordum. Başka çarem olmadığı için ringde dans ettiğimi bir tek onlar anlardı.

Rakibimi iki sol direkle daha sersemlettim. Sola doğru dansıma devam ettim. Rakibimse yediği yumruklardan sonra kaçmak ister gibi yapıp, benim dans ettiğim yönün tersine gitti. Ancak kollarım yukarıda değildi, tüm gücümü biraz önce çıkardığım direkler için harcamıştım. Rakibim bunu fark eder etmez, tekrar üstüme geldi ve bir sol kroşe çıkardı. Yumruk bir balyoz gibi indi suratıma. Düşmemek için kendimi ringi çevreleyen iplere attım. Düşmediğimi gören rakibim tekrar saldırdı. Yüzümde patlayan sağ kroşenin sesi, geçmişte yaşamış tüm atalarıma kadar ulaşmıştır. Bir ağaç gibi yavaşça değil, dinamitle patlatılan harabe bir bina gibi gürültüyle yıkıldım. Tüm seyircilerin nefesini tuttuğunu ama yalnızca aralarından birinin sevinç çığlıkları atmaya hazırlandığını hissettim. Sekizinci rauntta düşmemi istemişti ve isteği gerçek olmak üzereydi. Raunda iyi başlamış olmam da ekmeğine yağ sürüyordu. Kimse şikeden şüphelenmeyecekti.

Bir… İki… “Arkadaşlarımın dedikleri doğru mu, baba?” Üç… Dört… “Bilerek mi kaybettin?” Beş… Altı… “Para için,” Yedi… Sekiz… “Hayır, oğlum, doğru değil!”

Maçtan sonra benim başıma ne gelirse gelsin, şikenin ortaya çıkması ihtimalinde ailemi içine atacağım utanç yangını kadar yakıcı olmayacaktı ve gerçeğin her zaman için ortaya çıkmak gibi bir huyu vardı. Adrenalin direksiyonu ele aldı.

Rakibim, ben yere düşer düşmez tribünlere dönüp, zafer kutlamalarına başladığı için hakemin saymayı bıraktığının farkına varmamıştı. Ringin köşesindeki ekibinin henüz kutlamaya dahil olmadığını fark edince döndü, dövüşmeye hazır halimi gördü. Matadora saldırmak üzere hazırlanan kızgın bir boğa gibiydi. Hakem, dövüşe başlayabileceğimize dair işareti verdi. Bu sefer kaçmak, dans etmek yoktu. Ringin ortasında iki kuduz köpek gibi birbirimize girdik. Doping enjekte etmişçesine yumruk atıyor, aldığım darbelere bana mısın demeden katlanıyordum. Seyirciler, eldivenlerin insan derisine çarptığı an çıkardığı sesi duydukça şahlanıyordu. Gonk çalmasına rağmen yumruklaşmayı bırakmadık. Hakem araya girip bizi ayırmak zorunda kaldı. O kadar tükenmiştim ki önce ringin yanlış köşesine yöneldim.

“Bırak havlu atayım,” dedi Koç, köşemdeki tabureye oturduğumda.

“Hayır,” dedim, “Sen sadece işini yap. Onu yenmek için ne yapmam gerektiğini söyle!”

“On yaş gençleşebilir misin?”

Rakibim değil, gelmiş geçmiş en büyük şampiyon olan “Zaman” beni yenmişti. Koç biliyordu, vereceği hiçbir taktik sonucu değiştirmeye yetmezdi. Tek istediğim dokuzuncu raundu görmek ve şerefimle yenilmekti. Birazdan ayağa kalkıp, ringin ortasına doğru ilerleyecek ve direnebildiğim kadar direnecektim. Sonra belki bir kroşe veya aparkat beni yere serecekti. Yerde yatmışken, boks ringinin tepesindeki spot ışıklarının parlaklığının arasında hakemi bir karaltı olarak görecektim. Birden ona kadar saymaya başlayacaktı ama roket yumruklarım bir daha asla havalanamayacaktı. Yine de gülecektim. Çünkü ismim iyi hatırlanacaktı.