Bu yazı Gülşen İşeri ile 2009’da yaptığım bir söyleşiden çıkarttığım paragraflardan oluşuyor.

Bu yazı Gülşen İşeri ile 2009’da yaptığım bir söyleşiden çıkarttığım paragraflardan oluşuyor. Bu konuşma yapıldığında ‘Akıl Çizgileri’ kitabım yeni yayımlanmıştı; ben de, soru-yanıtlar sırasında, ‘reçete kitap’lar yazmayı neden istemediğimi, ama reçetelerin popülerliğinin çekiciliğini vurgulamak istemiştim.

>>>Gülşen İşeri: Reçeteye ihtiyaç var mı peki? Ya da hangi durumlar bizi reçeteye götürüyor?

YY- Hayatımızı etkileyen sorunun çok klasik, bildik olduğu durumlarda reçeteler işe yarar. Burnunuz akıyorsa, tuzlu su çekersiniz Doktora sormasanız da olur. Ama bazı durumlar için reçete üretmek çok zor. 

>>>Mesela?

Diyelim ki, aşk acısı. Herkes, en azından hayatında bir kez olsun, bu acıyı yaşar. Ama yine de, herkese uygulanacak ‘rahatlatıcı’ bir reçete çıkartamıyoruz. Reçeteden ziyade kişinin kendisine uygun çıkış yollarını aramasını sağlayacak bilgiler verilebilir mi? Bazı durumlardan çıkmamız da gerekmiyor. Aşk acısını yeterince çekmemişseniz, benzer acıları tekrar çeker duruma düşmeniz çok mümkün. Üstelik, reçete dediğinizde, aslında aranan reçete çözüm reçetesi değil; insanlar, aşkın acısını dindirmekten ziyade, sıkıntı çekmemenin reçetesini arıyor.

>>>Bir yol gösterici aslında…

Evet, bir kestirme arıyor. Yorulmamak mümkünse, yorulmayalım diye. Bu biraz da emekten ve zahmetten kaçınma kültürünün, aşk acısını çekiş tarzımıza bile egemen olduğunu gösteriyor.

>>>Bu emek harcamamak, zahmetsizlik, kolay olanı tercih etmek… İnsanların dünyasına nasıl hâkim oldu? Hangi nedenler bu duruma getirdi?

90’lı yıllardan sonra hayatımıza gelen, zahmet çekmeme, zevki ön plana çıkarma, zaman kaybetmeme gibi alışkanlıklardan bahsediyoruz. Zahmet çekmediğinizde, yaşamayı sadece zevk alma olarak gördüğünüzde, hayatınızın ana ilkesi zaman kaybetmemek olduğunda, bazı şeylerin anlamını bulmanız çok zor oluyor. Bir lokmayı çiğnemeden, dolayısıyla tadını hissetme zahmetine girmeden, yutmak gibi...

Bu zahmetsiz zevklerin sonucunda, psikiyatrların, psikoterapistlerin odalarında, kişilerin büyük çoğunluğunun şikâyeti anlamsızlıkla başlıyor ya da bitiyor. Hayatta hiçbir anlam bulamadıklarını söylüyorlar. Dışarıdan bakıldığında, bu insanlar, hayatla ilgili hiçbir sorunları yokmuş gibi görünüyor. Sonrasında, beklenmedik intiharlar, hayattan ani vazgeçişler, ani  taraf değiştirmeler… Sosyal hayatta hiç beklemediğiniz insanların birden ‘garip’ şeyler yapıyor olması, bir türlü bulamadıkları anlamı arayışlarının bir parçası.

>>>Bu değişim 90’lı  yıllardan sonra dediniz. Bu özel kanalların ortaya çıkması ve televizyon kültürünün yaygınlaşmasıyla da kendini belli ettiğini söyleyebilir miyiz?

Tabii ki, başkalarının hayatından daha fazla haberdarız. Başkalarının hayatına merakımız yeni değil, dedikodu çok insani bir olgu; toplumsal düzenin sürmesini sağlayan yanları da var; toplumsal normları üyelere hatırlatmayı, normlara uymayanları hizaya getirmeyi mümkün kılar. Ama, sadece başkalarının hayatıyla meşgul olmayı arttıran, daha doğrusu kolaylaştıran kaynaklar, kendimizi sadece başkalarına göre konumlandırmayı da getiriyor. Bunu yaparken de, ya kendinizi yok ederek, ya da herkes gibi olarak yapıyorsunuz. Diğer yandan, kimse de herkes gibi olmak istemiyor. Herkes, çok özel olmak, hiç kimselere benzememek istiyor. Bu çelişkiyi aşmak mümkün mü?

Kitle iletişim araçları  ile hayatımıza katılan kendini ortaya koyma yolları bir yandan da bu çelişkiyi keskinleştiriyor. Mesela Facebook’a bakın, iyidir kötüdür diyemem, enteresan bir platform. Ben de bu yazılarımı facebook’a koyuyorum, ulaşabilmek için. Ancak, mevcut yaygın kullanım şekline baktığınızda, gerçek bir ilişkinin, karşılıklı oturup konuşmanın, hatta dedikodu yapmanın verebileceği anlam derinliğini hissetmiyorsunuz.

Yüzeyselliği, hemen cevap vermeyi, hemen bir şeyler yazıvermeyi, herhangi bir muhakeme süzgecinden geçirmeksizin, ‘içten geldiği gibi’liği, ama başkasını hesaba katmayan, bir çocuğun bencilliğindeki içten geldiği gibiliği yetişkin yaştaki kişilerde daha çok görüyorsunuz. İnsanların en açgözlü on yılı 1990’lar ile kitle iletişimindeki hızlanmanın çakışması tesadüf mü, bilemiyorum, ama sabır sınırlarının, bekleyebilmenin, bir gün mutlakanın yerini hemen şimdiye bıraktığı dönem olduğunu teşhis edebilirim.

Artık bir kitabı, bırakın bir kitabı, bir gazete yazısını, mesela bu röportajı baştan sonuna kadar okuyanların oranı sanıyorum yüzde 10 civarında olacaktır. Çünkü hepimizin mazeretleri var. Zaman yok, yapacak daha önemli (daha zevkli, daha az zaman alan, daha zahmetsiz) işlerimiz var.