Ali Parlar, "Önümüzdeki süreçte tek amacı daha fazla kâr ve rant olan, bunun için hükümetler satın alan, savaşlar çıkaran bu sistemin yolun sonuna geldiği daha çok görünecek. Üzerinde yaşadığımız gezegenden başka gidecek bir yerimiz olmadığı için de itiraz edenlerin, reddedenlerin, başka bir hayatı tahayyül edenlerin mücadelesi, dünyayı bugün olduğundan daha güzel bir yer yapacak

Reddedenlerin sesi daha çok duyulacak


SONER CAN

Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan Metrodaki Yabancı romanı ikinci baskısına ulaşan Ali Parlar ile polisiyeyi, gurbeti, memleket hasretini ve tabii ki de İstanbul’u konuştuk.

► Polisiye, ince hesap, sağlam kurgu, kısacası mühendislik gerektirir. Mühendisliğinizin faydasını gördünüz mü Metrodaki Yabancı'yı yazarken?
Aldığı eğitimin metin yazarını bir şekilde etkilemesi kaçınılmaz. Ben de bundan müstesna değilim. Mühendislik eğitiminin insanı mantık ve muhakeme açısından disipline ettiği kanaatindeyim. Ama yine aynı eğitim insanı topluma mekanik bakmaya, kesinlikler aramaya sevk edebilir.

► Peki edebiyat!..
Aksine bir anlamda belirsizliğin, anlaşılması güç olanın anlatılması sanatıdır edebiyat. O yüzden bir mühendis yazarın nerede mühendisliği unutması gerektiğini de bilmesi gerekir diye düşünüyorum. Hem tanrının da bir mühendis olduğu söylenir ama yazdığı romanın çok da mükemmel olduğunu söyleyemem şahsen :-)

► Polisiyeden hoşça vakit geçirtmesi, bir solukta okunması beklenir. Ancak bu beklenti yüzünden belki de zaman zaman 'edebiyat dışı' addediliyor...
Açıkçası ben bir derdi olan hiçbir metni edebiyat dışı addetmem. Bir solukta okumak, duraklamalı okumak diye bir ayrıma girmedim hiç. Suç ve Ceza’yı bir solukta okumuştum mesela ama edebiyat değil bu gibi bir düşünce geçmedi hiç aklımdan. Benim açımdan bir metinde hem kahramanların hem de okurun soluk alabildiği bir atmosferin yaratılmış olması ve yazarının anlatacağı bir derdinin varlığı her metne hayatiyet kazandırır. Metnin hangi türe girdiğinin önemi yok diye düşünüyorum.

►Farklı kıtalarda ve ülkelerde yaşadınız. Bu yaratıcılığınızı elbette beslemiştir. Ancak kendi dilinizin ülkesinden ve ortamından uzak kalmanın sıkıntılarını da yaşadınız mı?
Aslında o ortama o kadar da uzak değilim. Berlin’de yaklaşık olarak 250 bin Türkiye kökenli insan yaşıyor. Öyle ki eskiden Berlin için “Türkiye’nin Avrupa yakasındaki en kalabalık şehri” denirdi. Bunun dışında ben yılda en az iki kez İstanbul’a geliyorum. Buradaki arkadaşlıklarımı hiç bitirmediğim gibi her geldiğimde yeni arkadaşlar da ediniyorum. Dilimin ülkesinden çok uzak değilim. Ve galiba belli aralıklarla gördüğünüz bir çocuğun büyüdüğünü, değiştiğini onun anne ve babasından daha iyi farketmeniz gibi yurtdışından İstanbul’a gelince toplumun değişimini de burada yaşadığım yıllardan daha iyi gözlemleyebildiğimi düşünüyorum.

► Ali Parlar ile Selçuk Pekmezci arasında benzerlikler var. Metrodaki Yabancı'da otobiyografik özelliklerden söz edebilir miyiz?
Selçuk Pekmezci tamamıyla kurgulanmış bir kişilik. Benimle ortak yanı yurtdışında yaşayan bir mühendis olması. Ama konunun içeriği gereği mühendis olması zorunluydu. Bir hukukçunun bir disketin şifresini kırması ya da kendisini takip eden polisin telefonunu izlemeye alması ikna edici olmazdı. Tabii ki insanın yıllar içinde biriktirdikleri bir şekilde metne giriyor. Ama bu bir romanın arka planını oluşturur sadece. Dikkatli bir okur her yazarı belli belirsiz yakalar.

► Romanınız... Polisiye ya da değil birçok ünlü benzeri gibi okuruna soluk soluğa günler yaşatıyor İstanbul'da. Bu şehir, yazarlara her daim özel bir esin mi veriyor?
Polisiye şehir romanıdır. Çünkü şehrin karmaşası ve sırları polisiyeyi besler. Hele ki binlerce yıllık bir şehir olan İstanbul aynı zamanda binlerce yıllık esrarı ve yaşanmışlıkları barındırıyor. Ayrıca İstanbul sürekli göç alan bir şehir olduğundan olacak bir sokaktan bir sokağa mahalle sakini profili bile değişir. Tophane gibi muhafazakâr bir semtte gezinirken yanlışlıkla Fransız Sokağı’na doğru dönersiniz ve birdenbire başka bir şehre gelmiş gibi olursunuz. Tarlabaşı gibi bazı insanların varoş olarak tarif ettiği bir semtten taş atımı kadar uzak bir yer olan Cihangir’de apartman daireleri yüzbinlerce dolara satılır. İlginçtir ki Istanbul’da birbirinden bu kadar farklı yaşamlar sürdüren insanlar dünyadaki benzerlerine kıyasla (en azından görünüşte) çatışmasız bir şekilde yaşarlar. Bu görünümün altında yatan sırları araştırıp yazmak bile binlerce romana (sadece polisiye değil) konu olabilir.

► Romanın bir yerinde Şeyhmus, Selçuk'a "İyi adam kendinin iyi adam olduğunu bilmez ama başkaları bilir. O adamın başı dara girsin, ossaat ona yardım eden bulunur. Kötü ancak başkalarını korkutarak işlerini yürütür" diyor. Dünyada hâlâ iyilere ve iyiliğe yer var mı?
'İyi insan' diye tanımIadığımız insan en geniş haliyle vicdanını koruyabilmiş, başka insanlarla empati kurabilen ve vicdanının sesi için gerekirse kendi hayatı dahil her şeyden vazgeçebilen insandır. İçinde yaşadığımız endüstri toplumu ne yazık ki insanları bir yerlere ulaşabilmeleri için vicdanlarından tavizler vermeye zorlar. Fakat aynı zamanda çoğumuz günlük hayat gailesine kapılıp vicdanımızdan tavizler versek de bu zorlamaya karşı direnen birini gördüğümüzde ona saygı duyup, tarif edemediğimiz bir sempati besleriz. İçimizden bazıları ise belli bir sınırı aşmıştır ve onlar tam aksine böyle bir insan gördüğünde kendisine artık 'geriye dönemeyeceği' bir yeri gösteren bu insana karşı bir hınç duyar, onu yok etmeye çalışırlar. Ben çoğunluk olarak bu sınırı aşmadığımızı düşünüyorum. Dünyada iyiliğe yer var.

► Romanı okurken Selçuk Pekmezci'yi 'iyilik ve saflığın', Serkan Polisi ise kötülüğün ve zorbalığın sembolü olarak algılıyoruz. Ancak öyle bir yere geliyor ki ikisi de birer kurbana dönüşüyor!..
Haksızlık üzerine kurulmuş her sistem o sistemin içindeki bireylerin özgürlüğünü de yok eder. Bir mafya patronunu düşünün, bir şekilde çok büyük bir zenginliğe ulaşmış, çok büyük bir güce hükmeden bu insan aynı zamanda bir köy kahvesine gidip tek başına bir çay ısmarlayıp içmeye korkar. Çünkü herkesin içine korku salan bu insan aynı zamanda yarattığı korkunun da esiridir. Ben içinde yaşadığımız endüstri toplumu denilen nesnenin de aslında haksızlık üzerine kurulmuş bir sistem olduğunu ve sisteme hükmettiğini zanneden bireylerin de kişiliğini, onurunu öğüttüğünü, yok ettiğini düşünüyorum. 'İyi'nin kazanması için önce kendi bekası için, içinde yaşadığımız gezegenin yok olmasını bile göze alabilen tüketim toplumunun insanlara dikte ettiği ahlaki yargıları sorgulamamız gerek.

► Bir gün, kötülük üreten güçleri yok ettiğimiz güzel bir dünya mümkün olacak mı?
Önümüzdeki süreçte tek amacı daha fazla kâr ve rant olan, bunun için hükümetler satın alan, savaşlar çıkaran bu sistemin yolun sonuna geldiği daha çok görünecek bence. Üzerinde yaşadığımız gezegenden başka gidecek bir yerimiz olmadığı için de itiraz edenlerin, reddedenlerin sesi daha çok duyulacak. Bahsettiğiniz gücün yok edildiği bir dünya belki hiç bir zaman olmayacak ama eminim ki itiraz edenlerin, reddedenlerin, başka bir hayatı tahayyül edenlerin mücadelesi, dünyayı bugün olduğundan daha güzel bir yer yapacak. Böyle bir umut olmasa yaşam anlamını yitirir zaten.