Özel yaşamda öyle durumlarla  karşılaşırız ki; kişilik, dünya görüşü ve ahlak anlayışlarımız sınavdan geçer. Verdiğimiz karar ve

Özel yaşamda öyle durumlarla  karşılaşırız ki; kişilik, dünya görüşü ve ahlak anlayışlarımız sınavdan geçer. Verdiğimiz karar ve yaptığımız seçimler gerçek yüzümüzü ortaya koyar. Benliğimizin derinlerindeki korku ve zaaflarla ya da cesaret ve dirayet gücümüzle tanışırız. Neyi düşündüğümüzden çok gerçekten ne hissettiğimizi, neyi savunup, inandığımızdan çok  gerçekte neye, ne kadar bağlı olduğumuzu anlarız.
Aynı durum kamusal yaşam için de geçerlidir. Toplumsal olaylar ve sorunlar karşısındaki tavrımız siyasal kimliğimizi açığa vurur. Tuttuğumuz taraf, kullandığımız dil ve seçtiğimiz yol, etik ve politik anlayışımızı ele verir.
Gündemdeki anayasa değişikliği konusu hem politikacılar hem de entelektüeller açısından bu tür bir sınav niteliğinde. Özellikle entelektüel camiadaki kutuplaşma, kimin nerede, niye ve nasıl durduğunu  açıkça ortaya koyuyor.
Bugünküne benzer bir saflaşma 82 Anayasası hazırlanırken de yaşanmıştı. 12 Eylül’ün koşulsuz destekçileri bir yana bırakılırsa kalanlar ikiye bölünmüştü. Kendine liberal, demokrat, özgürlükçü sol veya sol liberal diyen aydınlar, yine son derece pragmatik bir tavır içindeydi. Sosyalistler ise, uzlaşmacı ve fırsatçı yaklaşımlara karşıydılar.
Yerel ölçeklerde de benzer bir durum geçerliydi. Örneğin o sıralarda Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde bir İnsan Hakları Merkezi kurulmuştu. Yönetim kurulu saygın hukukçu ve siyaset bilimcilerinden oluşan bir anayasa komisyonu kurulmasına ve ona alternatif bir taslak hazırlatmaya karar verdi.. Yönetim kurulu üyesi olarak bu süreçte yer aldım.
Günlerce süren ‘nasıl bir anayasa’ tartışmasının ardından iki eğilim belirdi. Çoğunluk, ‘gerçekçi’ davranılmasını, hem darbecileri hem de genel kamuoyunu tatmin edecek ‘ılımlı’ ve ‘makul’ bir metin hazırlanmasını istiyordu. Buna karşılık benim de dahil olduğum azınlık grubu, bilimsel ahlak ve kamusal sorumluluğun gerekleri neyse, o doğrultuda davranmaktan yanaydı. ‘Gerçekçilik’ ağır bastı; komisyondan çekildim, zaten bir süre sonra da üniversiteden atıldım.
Bu deneyim bana çok önemli bir şey öğretti: Reel-politika ile etik-politika arasındaki ayrımın sadece yöntemsel olmayıp, aynı zamanda bir akıl farkının da bulunduğunu.. Örneğin bir ara uzayıp giden tartışmalardan usanç getirip “doğrularınız reel-politik, ama etik-politik değil” dediğimde ünlü bir hukuk profesörü bana dönüp “evet ama sizinkiler de yararsız doğrular” demişti.
İlk anda bu tepkiyi siyasal atmosfer kaynaklı psikolojik korku ve entelektüel yılgınlığa bağlamıştım. Ancak zamanla bunun zihinsel formasyonla ilgili bir mesele olduğunu fark ettim. Nitekim birkaç hafta önce popüler bir hukuk profesörü, daha kapsamlı anayasal reform isteyenlere aynı sözcüklerle (“yararsız doğrular”) tepki verince, teşhisimin doğruluğuna kani oldum.
Gerçekten başka bir akıl söz konusu ve bu akıl mantıksal gerekçelerini çok farklı biçimde üretiyor. Öyle ki “pratik yarar sağlayan her şey gerçek, gerçek olduğu için de doğru sayılıyor”. Yani ‘fayda’ aklın geçerliliğine kanıt oluşturuyor.
‘Doğru’ ile ‘geçerli’ olanı karşı karşıya getiren bu tür bir mantığı ne anlamak ne de onunla diyalog kurmak, uzlaşmak ve birlikte iş yapmak olası. Çünkü ‘yararcılık’ tezgâhında eğilip bükülüp her kalıba dökülen bir gerçeklik algısıyla (simülasyon), doğru yanlışla, iyi kötüyle, haklı haksızla, güzel çirkinle her an ikame edilebilir. Bunlar arasındaki ontolojik ayrımlar dikkate bile alınmıyor... Bunları tanımlayacak bilgi ya da  tartacak değer referansları baştan yok sayılıyor. Dolayısıyla ortada sorumluluk duyulması gereken bir gerçeklik de bulunmuyor. Tersine gerçeklik gündelik çıkarları onaylamakla yükümlü tutuluyor. 
Aklın hakikat yerine dünya nimetlerinden en fazla yarar sağlamanın peşine düşmesi,  aslında son yüz yıla özgü bir durum. Bu durumun kuşkusuz ekonomik ve toplumsal nedenleri kadar felsefi bir temeli de var. Bunları irdelemek bir başka yazının konusu. Pazarın işleyiş mantığı ve burjuva dünya görüşüyle uyumlu olduğu için kendisini ‘pazar aklı’ veya ‘burjuva  aklı’ olarak adlandırmak olanaklı.
• • •
Burjuva düşüncesi, ilk başlarda bugünkü kadar ‘araçsal’ bir akla dayanmıyordu. Aydınlanma çağının ‘yararcı’ filozofları aklı horlamıyor, sırf gündelik ihtiyaçlara indirgemiyorlardı. Sınırlı da olsa bir ahlaki sorumluluk ve sosyal adalet kaygısı taşıyor, seçkinlere karşı ezilenlerin özgürlüğünü savunuyorlardı. Sosyal politikaları ve aklın rehberliğindeki ‘toplum mühendisliği’ programlarını onaylıyorlardı.
I. Dünya Savaşı’na kadar  (kısmen) yenilikçi ve eleştirel bir öğreti olmayı sürdürdü. Ne var ki 20. yüzyılla birlikte bu miras unutuldu. Çağdaş yararcılar, önce kurulu düzenin gerekleriyle uyumlu olmayanı akıl dışı saydılar, ardından ‘reel’ olmayanın eleştirisi dışında bütün eleştirileri reddettiler. ‘Yararcılık’ felsefesi, zamanla statükocu, konformist, tutucu ve gerici bir  siyasal gelenek haline geldi.
Siyasal etik bir lüks, bir fantezi sayıldı, hatta bir engel olarak görülmeye başladı. Gündelik ahlaka başvurmak  için bile çok haklı gerekçelere ihtiyaç vardı.  Öyle ki eğer yarar sağlayacaksa ahlaktan vazgeçmek gerekliydi.
Post-yapısalcılık ve post-modernizm, yararcı aklın ufkunu çok genişletti. Madem ki ne sabit ne de merkez vardı, hemen her şey göreceli ve olumsaldı, o halde işe geleni söylemek, işe geldiğince davranmakta bir beis yoktu.  ‘Her şey  uyar’ (anything goes) sloganı artık tek düsturları oldu. ‘Eleştirel’ akıl aforoz edilmeli, ‘aklın’ eleştirisi  kutsanmalıydı. ‘Toplum mühendisliği’ bile düzenin kural, kalıp, ilişki ve bağlarından kopuşa yol açabilecek yıkıcı bir düşünceydi. Adil paylaşım, eşitlik, kamusal yarar ve sorumluluk dili terk edilirken, bireycilik, çoğulculuk ve farklılık her şeyi açıklayan sihirli sözcükler haline geldi. Yenilikçilik ve reformculuk düzenin en geri, en pespaye unsurlarına layık görüldü.
Yararcı aklın rüzgârı bugün yönünü şaşırmış, her yöne rastgele esip duruyor. Statükoya saldırdığını sanıyor, ne var ki statükonun kendisin de cisimleştiğini fark etmiyor. Durmaksızın konuşuyor, ezber  bozmakta üstüne yok, oysa hiçbir şey söylemiyor, savunmuyor, tartışmıyor veya önermiyor.
Yararcı akıl, reel politika ve statüko: İşte size özne-pratik-yapı diyalektiğinin kusursuz bir örneği.
NOT: İki hafta yokum.