Reel politikle kalkıp magazin siyasetiyle yatıyoruz. 15 yıldır gündüz kâbusları yaşarken uykumuzda da aynı kâbusu görmeye devam ediyoruz. Tamam, varlık olarak ‘bios politikosun’ bir ürünüyüz. Tamamen politik bir süreç olan ‘yaşam’ tarafından belirleniyoruz. Gelgelelim, bios politikosun esprisi olan ‘kurucu eylemle’ reel politiğin ‘yüzey pratikleri’ arasında pek az benzerlik olduğunu fark edemiyoruz

Reel politikten bios politikosa muhalefet ve iktidar

Murat Müfettişoğlu

Sadece ‘hayır’ diyerek başlayan bir hareket zamanla kendi kaderini tayin etme biçimi geliştirir. John Holloway

15 yıldır süren bu kâbus eninde sonunda bitecek. Ve biz muhalifler, siyasal iktidarın kirlettiği sulardan kurtulup, Nazım’ın dediği gibi, ‘motorları maviliklere sürmenin’ düşünü kurmaya devam edeceğiz. Geleceğin özgür ve eşit toplumunu yaratmak için ‘bıraktığımız yerden devam’ diyeceğiz. Ama önce şu kör karanlıktan artık kurtulmak gerekiyor. Bunun için toplumun anladığı dilden politika üretmekten başka çaremiz yok. Lakin onun da ‘dozu ve sınırları’ var. Riayet etmediğimizde, savunduğumuz değerlerle bağlarımızın zayıflaması, hatta çelişmemiz bile ihtimal dâhilinde. Körlerle karanlıkta raks etmek beraberinde şaşı uyanmayı da getirir çünkü. Bizimse gerçek bir aydınlanma için Minerva’nın Baykuşu gibi görmeye ihtiyacımız var.

Aydınlanmış bir toplumda pek çok gösterge vardır. Hepsinin toplamı, bilimsel, felsefi ve sanatsal aklın öncülük ettiği, seküler, laik bir yaşama karşılık gelir. Dileyen elbette metafizik takılabilir; kimse karışmaz, karışılmamalıdır. Aksi halde, rasyonel metafiziğin kurucusu Hegel’den diyalektik materyalizmin babası Marx’a devrimci gelişme gerçekleşemezdi. Kaldı ki, materyalist felsefeye göre nasıl ki ‘bilinç’ ‘maddeden’ sonra geliyorsa, metafizik düşünce de maddi aklın bir ürünüdür. Sorun, felsefi bağlamı bu şekilde kur(a)mamaktan kaynaklanmaktadır. Aydınlandığını sanıp onu baskı aracına dönüştürenler de bağlamı başka türlü yanlış kurmaktadırlar. Her iki yaklaşım da -kesintisiz ve bitimsiz bir süreç olmayı sonuna kadar hak eden- Aydınlanma felsefesine zarar vermektedir.

Toplumsal aydınlanma gibi, bireysel aydınlanmanın da göstergeleri vardır. Neler oldukları herkesin malumu. Çok daha basit fakat ayırt edici bir gösterge, ‘felsefeyle başlayan bir cümle görünce, bir sonraki yazıya kaçmamak’ olabilir. Diyeceğim; anlam, estetik ve bilgi yoğun metinleri okuyup anlama sabrını ‘biz’ göstermezsek ‘başkalarından’ beklememiz gerçekçi olmaz… Zincirimiz çıpamız belli, beslendiğimiz düşünsel pınarlar ve yaşamla kurduğumuz ilişki de. Ancak, dünyanın ve –özellikle- memleketin kaotik denizinde reel politikle cebelleşirken, kurucu, temel değerleri kollamak bireysel aydınlanmanın belki en önemli ayırt edici göstergesi sayılmalıdır.

Reel politikle kalkıp magazin siyasetiyle yatıyoruz. 15 yıldır gündüz kâbusları yaşarken uykumuzda da aynı kâbusu görmeye devam ediyoruz. Tamam, varlık olarak ‘bios politikosun’ bir ürünüyüz. Tamamen politik bir süreç olan ‘yaşam’ tarafından belirleniyoruz. Gelgelelim, bios politikosun esprisi olan ‘kurucu eylemle’ reel politiğin ‘yüzey pratikleri’ arasında pek az benzerlik olduğunu fark edemiyoruz. İşin kötüsü bu durum muhalefet yapma tarzımızı da olumsuz etkiliyor. İhtimal, gelecekteki kamu idaresi anlayışımızı da olumsuz etkileyecek. Zira ‘bios politikos’, seküler ve kurucu aklın güdümünde, tümüyle maddi alanda gerçekleşen etkinliklerin toplamıdır. Nihai amacı, beşerin sürdürülebilir eşitliğini ve bütünlüğünü sağlamaktır. Siyasal iktidarın başını çektiği ‘reel politik’ ise, daha çok pragmatik aklın güdümünde, çoğu zaman metafizik zemine müracaat edilerek icra edilir. Amaç, kitlenin eşitsiz “bütünlüğünü” türlü propagandalarla ve manipülasyonlarla dondurup sistemik bir statükoya dönüştürmektir.

Özellikle sağ iktidarların içi boş ideallerden, ülkülerden, dinden, diyanetten, kısacası metafizik alandan medet ummaları, aslında her daim güçsüz hissetmelerinden kaynaklanır. Yaptıkları politikanın beşerde ve yaşamda somut karşılıklarının olduğunu iddia etseler de, sürdürmenin o kadar kolay olmadığını süreç içerisinde az çok anlarlar. Lider ve lidere yakın halkalar bu yakıcı gerçeği herkesten çok hissettiklerinden, yaygın tabirle ‘siyaset yapmayı’ elden bırakmazlar, olmadı baskı ve zora başvururlar. Tabana düşen, sürü ve asgari çıkar kafasıyla lidere ve merkeze ayak uydurmaktır.

Azınlığın çıkarları toplumun çıkarlarının üstüne çıktığında liderin ve ona bağlı yönetici zevatın ruh hali iki gerçek tarafından belirlenir: 1) (Biriken hataların bedelini ödeme korkusuyla katmerlenen) iktidarı yitirme korkusu. 2) Korkunun üstesinden gelmek için tabanı mütemadiyen konsolide etme mecburiyeti...

Neresinden baksanız enerji gerektiren işler! Yoksa siyasal iktidarın lideri –vekilleri yaz tatildeyken- şehir şehir dolaşmaz, yerel teşkilatlarını da dürtme gereği duymazdı. Şimdiye kadar sandıktan çıkan zarfların sayısını kâğıt üzerinde tutturdular; yoğunlaşan krizi “aşmak” için erken seçim düşünüyorlar. Muhalif aydınlar olarak burjuva seçim sisteminin ve temsili demokrasinin trikleri üzerine kafa yormadığımız, ‘bios politikosu’ farklı demokratik kanallarda hayata geçirmediğimiz sürece ‘reel politiğin’ açmazlarına katlanmak zorundayız.

‘Reel politiğin klientalist(yandaş) ağlarını organize eden siyasal iktidar kaybetmekten çok korkuyor’ dedik. ‘Bios politikosun’ maddi zemininde muhalefet yapanlarınsa zihinlerinde korku, lügatlarında kaybetmek yoktur. Çünkü ‘biosla’ ‘politikayı’, yani ‘yaşamla’ ‘yönet(iş)im’ fiillerini bir algılarlar; muhalif tavırlarının özgüllüğünü belirleyen de budur. Hal böyleyken, iktidarın baskı ve korku politikalarından zinhar etkilenmezler. Ahmet Şık’ın savunmasında söyledikleri en sıcak kanıtıdır. Bu işin bir de ‘onur boyutu’ var ki tüm zamanları kapsar ve gerçek muhalife içkindir. Ahmet Şık’tan 2500 yıl önce yaşamış Sokrates ölüme mahkûm edildiğinde, eşi, “Haksız yere öldürülüyorsunuz!” diye ağlamaya başlayınca büyük filozofun cevabı gecikmemiş: “Ne yani, bir de haklı yere mi öldürülseydim?”

Siyasal iktidarın hangi yöntemleri ne amaçla kullandığını iyi biliyoruz. Kendilerinin de –artık- farkına vardıklarını, ancak, tabanları üzerindeki ‘büyük illüzyonu’ sürdürebilmeleri için belli etmediklerini tahmin etiğimiz bir gerçek var: Bugünün küresel ve maddi dünyasında ‘iktidar’ kavramı da maddidir, dahası, güç ilişkilerinin belirlediği bir statü(durum) olarak neolitik dönemin sonundan beri maddidir; şer’i hükümlerle yönetilen bir sistemdeyse –zannedildiğinin aksine- en yozlaşmış, en maddi yapısına kavuşur: Sahipleri ve sınırları bellidir, dikeydir, güvenlik aparatları sert ve keskindir, kanunlarda esneme söz konusu bile edilemez, varlığını para ve maddi sömürü olmadan idame ettirmesi neredeyse imkânsızdır. Maneviyata gelince; sömürünün taktik araçlarından birine indirgenmiştir. Durum buyken, ‘halkı’ maddi olmayan(metafizik) araçlarla “yönetmek”, ekonomi-politik, sosyo-ekonomik ve bio-politik çelişkilerin içten içe birikmesine neden olur; başından beri korkulan ‘son’ er geç muhatabını bulur. Malumunuz halkını şeriatın kılıcıyla yöneten Suudi Krallığı’nın opsiyonunun sürmesi de petrolle ilgilidir. Petrolün olmadığı bir ülkede 15 yıl -bırakın metal yorgunluğunu- erimeye başlamak için kâfidir.