‘Reel Sosyalizmler’: Kıymetlerini bilelim; hatırlayalım

Kabaca otuz yıl öncesinden  söz edeceğim. Dünya nüfusunun yaklaşık üçte birinde; Prag’dan Vladivostok’a, Murmansk’tan Şanghay’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada emekçi insanların geçim koşullarının bazı ortak özelliklerini hatırlatmak istiyorum. Bunu da mülkiyet ve bölüşüm ilişkileri üzerinde durarak yapacağım.

Toprak üzerinde özel mülkiyet yoktur. Tarımsal arazide bazen devlete ait, çoğu kez kolektif mülkiyet geçerlidir. İşletme biçimleri çeşitlidir: Aile işletmeleri, kooperatif veya devlet çiftlikleri, komünler… Kentlerde de arsa mülkiyeti devlete aittir. Konutlarda intifa (fiilen mülkiyet) hakkı bireylere verilebilir. Ancak, köy ve kent taşınmazları satılamaz. Kısacası, toprak meta değildir.

Tarım-dışı üretken sektörlerde, bankacılıkta, altyapıda devlet mülkiyeti kuraldır. Devlet işletmelerinde kâr için üretim yoktur. Kâr hesaplanır; bazen plan hedeflerinin yanı sıra bir başarı göstergesi olarak kullanılır; ancak, kural olarak gelir akımlarına yol açmaz. Ücretlerle karşıtlık içinde olan bir bölüşüm kategorisi değildir. Esasen işletme giderlerinin bir bölümü, çalışanların refahıyla ilgilidir: Kreşler, spor tesisleri, işçilerin tatilleri, ilk aşama sağlık tesisleri gibi… İşletme böylece, bir üretim biriminin ötesinde toplumsal (bazen politik) bir çekirdektir. Ömür boyu istihdam, emeklilik; kısacası tam çalışma geçerlidir. Kapitalizmden temel bir fark buradadır: Emek meta değildir.

Devlet işletmelerinde ücretler, emeğin niteliğine göre, işletme yönetiminden bağımsız olarak belirlenmiştir. Kolektif çiftliklerde, devlete intikal eden artı ürün düşüldükten sonraki hasıla, “emek puanlarına göre”, çalışanlar arasında paylaşılır. Bu puanlar çalışma sürelerine ve emeğin niteliğine göre hesaplanır. Kamu hizmetlerinde de “emeğin niteliğine göre ücret” ilkesi uygulanır. Siyasi liderler (“nomenklatura”) için görevlere göre tanımlanan ve parasal olmayan ayrıcalıklar da söz konusudur.

Eğitim, sağlık parasızdır. Toplumsal artı-ürün sermaye birikimine, üretken olmayan kamu hizmetlerine ve devletin malûm işlevlerine (emniyete, savunmaya) tahsis edilir.

Sovyetler Birliği ve Çin, büyüklükleri sayesinde, iç pazarın öncelik taşıdığı gelişim biçimlerine yöneldi. Zamanla daha küçük benzerleri ile planlama koordinasyonu (COMECON) gerçekleştirildi. Kâr için üretim olmadığı için işletmeler; hatta ekonominin tümü kapitalist dünyanın rekabetine karşı korundu. “Ekonominin ithalat gereksinimi kadar döviz (ihracat) geliri” hedeflendi ve dış dünyayla maliyet karşılaştırmalarının belirleyici olması önlendi. Sovyet blokunun (3-4 yıllık) çöküş aşaması sayılmazsa, kesintisiz (ve genellikle kapitalist ülkelerin üzerinde seyreden) büyüme tempoları gerçekleştirildi.

Bugünlerde hemen hemen tarihe karışmış olan bu toplumlar, kendi sistemlerini sosyalist olarak tanımlıyorlardı. Başkaları “reel sosyalizm” terimini yeğledi.

“Niçin çöktüler?” Burada tartışamayız. Kısaca, üst-yapıda, siyaset düzleminde ağır sorunların çözülemediğine değinip geçelim.

Yukarıdaki hatırlatmaları başka bir amaçla yaptım: Anlattığım özellikler, bu ülkelerin emekçi toplumları olduğunu gösteriyor. Bununla siyasi iktidarların sınıfsal, toplumsal, yapısını, içeriğini kastetmiyorum. Sadece, emekçilerin temel, kalıcı çıkarlarına öncelik veren bir toplum biçiminin gerçekleşmiş olduğunu vurgulamak istiyorum.

Dahası, kapitalizmin egemen olduğu bir dünya sisteminin yanı başında, tamamen farklı mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerinin ayakta durabileceğini hatırlatmak istedim. Kapitalistlerin, kâr için üretimin ve işsizliğin olmadığı; güvenceli emeklilik, bedelsiz sağlık, barınma, eğitim sağlayan bir düzen, günümüz dünyasının yüzlerce milyon emekçisi için imkânsız görünür. Otuz yıl öncesine kadar, dünya ekonomisinin orta halli, bazıları da yoksul ülkelerinde   gerçekleşmişti.

• • •

Yakın geçmişte yaşanmış olan toplumsal olanaklar bugün milyonlarca emekçi için niçin “imkânsız hayaller” olarak görülmektedir?

Zira, reel sosyalizm tarihe karışırken, önce o coğrafyanın dışında, yani kapitalist dünyada başlatılan bir başka büyük dönüşüm, bu tarihsel belleği silmek zorundaydı; bunu da becerdi.

Sermayenin sınırsız hegemonyasını dünya çapında yerleştirmek…” Çoğunlukla neoliberalizm diye adlandırılan bu büyük dönüşümün “deşifre edilmiş” anlamı budur.

Hedefleri neydi? İlk olarak, geçmişte emek lehine gerçekleşmiş olan tüm düzenlemelere adım adım son verilecek; sermayenin önü bu sayede sonuna kadar açılacaktır. İkincisi, ulusal ekonomiler düzleminde uluslararası sermayeyi kısıtlama, düzenleme girişimleri son bulacaktır.

Kapitalizmin yüz elli yıllık yakın geçmişi içinde emeğin ve halkların sancılı kazanımları, hiç kimse direnmeden tasfiye edilebilecek miydi?

Saldırı, “başka seçenek yok” sloganı ile başladı. Bu sloganın yirmi yıl boyunca “sineye çekilmesi”, reel sosyalizmlerin aynı tarihlerde çöküşü ve/veya kapitalizme dönüşmesi sayesinde de kolaylaştı. Eski Sovyetler Birliği’nin parçalarında ekonomiler oligarkların denetimine geçti. Çin’de iki yüz küsur milyon göçmen ve güvencesiz işçi, çokuluslu ve diğer sermayenin emek ordusunu oluşturdu. Sermayenin tahakkümünü tanımayan alternatif düzen arayışlarının beyhude olduğu, böylece “kanıtlandı”.

Direnme hareketleri er-geç patlak verecekti. 1999 sonrasında küreselleşme karşıtı örgütlenmeler yaygınlaştı. 2008 krizi sonrasında ABD’den Tahrir Meydanı’na kadar uzanan; Avrupa’yı da çalkalayan yeni protesto dalgaları dünyayı çalkaladı. Yaygın tepkilerin er veya geç siyasete yansıması beklenmeliydi. Öyle de oldu. 2002’de Brezilya’dan başlayarak Latin Amerika adım adım “sol”, hatta sosyalist iktidarlarla yeniden tanıştı. Sosyalizmin beşiği olan Avrupa da etkilenecekti. SYRIZA iktidarı ilk sinyali verdi. Sırada İspanya’da Podemos’un iktidar yürüyüşü olabilir.

• • •

Ne var ki, temel bir soru var: Direnme dalgalarından türeyen siyasi iktidarlar ne kadar kalıcıdır?

Emperyalizm, yeni müdahale doktrinleri geliştirdi. “Haydut devletler” (Sırbistan, Libya, Irak, Suriye) belirlendi; bunlara hayat hakkı tanınmadı.

Sermayenin genelleşmiş tahakkümünü frenleyen her türlü iktidar girişimi, çeşitli yöntemlerle ve erkenden önlenmeli; durdurulmalıdır. Neo-liberalizmin ılımlı iki muhalifi (Brezilya ve Arjantin) hizaya getirilmektedir. Petrol zengini Venezüella’nın sosyalizme yönelişi, darbe girişimleri, ABD yaptırımları ve komprador sermayenin baskısı sonunda çökertilmelidir. Syriza’nın sağduyulu önerileri kesinlikle reddedilmelidir; zira “düzen karşıtı bir emsal” olarak yaygınlaşabilir.

Kısacası, başka seçenek yok algılaması tekrar ve tekrar hatırlatılmalıdır. Özellikle de yakın geçmişte reel sosyalizmin tamamen farklı bir seçenek olarak var olduğu unutturulmalıdır.

Eski bir Sovyet cumhuriyetinden bir fabrika işçisi, bizzat yaşadığı emekçiler toplumunun çöküşünü şöyle özetliyor: “Herkesin işi vardı. Okul ve mesai saatlerinde sokaklarda yaşlılar dışında kimseyi göremezdiniz. Rusya dağıldı. Fabrika kapandı. Hepimiz işsiz kaldık. Çocukları okuldan aldım. Perişan olduk.”

Reel sosyalizmler… Nihaî hedefleri  “devletin kuruyup gitmesi” idi. Zıt doğrultulara savruldular. İşçi sınıfı iktidarları oluşturabildiler mi? Tartışmalıdır. Ama, emekçi toplumları inşa ettiler. Ve bugünün dünyasından çok farklı bir düzenin yetmiş yıl yaşayabileceğini gösterdiler.

Kıymetlerini bilelim; hatırlayalım.