Okulların açılmasıyla ilk adımı atılan eğitim faciası...

Okulların açılmasıyla ilk adımı atılan eğitim faciası, Müslümanları “provoke” eden film, çözümsüzleşen Kürt sorunu, TÜSİAD Başkanının “itirazı”, A. Jolie vakası, “casus” Koramiral, hâlâ hapisteki Soner ve daha neler neler…
Bütün bu olayların ortak paydası, belli ki vicdansızlık! Öyleyse gündemi sadece bu olgu çerçevesinde ele almak topyekûn bir değerlendirme sayılabilir…
Bizi yönetenlerin pervasızca söyledikleri yalanlara, vicdansızlıklarına bakıp bunların kötü kişiler olduklarını düşündüğümüz oluyor, ama maruz kaldıklarımız onların kişisel tercihleri değil ki, sınıfsal bir temeli var. Kapitalizmde vicdana hiç yer yoktur!
Ve bu sınıfsal vicdansızlığı meşrulaştıran sihirli bir anahtar var ellerinde: Reelpolitik!
Yani? Hakikate bağlı kalmaya hiç gerek duymayan bir siyaset tarzı, tercihi… Mesela üniversitede harçlar kalkıyor derken bu uygulama aslında açık öğretimde 250 yerine 205 lira katkı payı ödenmesiymiş. Meğer her öğrenciye bir bilgisayarlı “tablet devrimi” fiyaskosunu ve okulların başlamasıyla yaşanacak yeni faciaları örtbas etmek amacıyla, bu kez de dershanelerin kaldırılacağı açıklanmış. Bu vesilesiyle Başbakan da üniversite sınav sorularının ortaöğretim müfredatına göre değil dershanelerin müfredatına göre hazırlandığını itiraf etmiş. Meğer eğitim bile kapitalizmin en kârlı sektörüymüş…
Peki ya ekonomik mucize? AKP iddiası şöyleydi: “2003’ten önce Türkiye fakirlikten kırılan zavallı bir ülkeyken, 1923’ten 2003’e kadar geçen 80 yılda yapılandan fazlası son 10 yıl içinde yapıldı. Kişi başına milli gelir 3 kat artıp 10 bin doları geçti!” Hürriyet’te Ege Cansen bu tür iddialar karşısında sadece resmi istatistikleri hatırlattı. 10 yılda Türkiye’nin toplam milli gelir artışı yüzde 65; nüfus da arttığı için kişi başına milli gelir artışı aslında yüzde 47. Peki bu durumda kişi başına milli gelir hakikaten “üç misli arttı” mı? Yok öyle bir şey, çünkü Cumhuriyet kurulduğundan bu yana Türkiye’nin milli gelir artışı zaten yılda yüzde 5 civarında olmuş. Son 10 yıldaki büyüme hızı da yine 5.1. “Yani” diyor Ege Cansen, “trend değişmemiştir.” Ayrıca Dünya Bankası raporlarına göre, 1960-2010 yılları arasındaki 101 ülkenin kişi başına milli gelir değişimleri kıyaslamasında Türkiye sürekli “orta gelir kümesinin” tam ortasında yer alıyor. Yani 50 yılda, mutlak rakamlarla “zenginleşmiş” olmakla birlikte, başka ülkelerin başarılarına göre Türkiye’nin nispi pozisyonu değişmemiş!
İşte dünya çapında ve tarihsel bakımdan “yerinde saymak” anlamındaki bu “nispi refah” bile AKP tarafından pekâlâ “mucize” diye yutturulabiliyor. Nasıl? Elbette övündükleri reelpolitika sayesinde. Nitekim 24 Eylül 2004 gecesi, RT Erdoğan Kanal 7 canlı yayınında muarızlarını şöyle ayıplamıştı: “Maalesef siyaseti kavrayamamış, reel politik nedir bilmeyen kesimler var!”
Çünkü “amaç için her şey mubahtır” mealindeki “reelpolitik” kavramının İslami literatürde dahi bir karşılığı var: Takiyye! Bu yüzden reel politika ve reel İslam bu coğrafyada “başarının” anahtarı olmayı sürdürebiliyor.
Reelpolitika, vicdanın ve ahlaki ilkelerin önüne, kısa dönemli çıkarları geçirebilme marifeti. Ve “reelpolitik” de basit bir kelime değil bir “kavram” ve pejoratif (aşağılayıcı) bir niteleme olarak da kullanılıyor. İşin içine rahatlıkla, cebir, üçkâğıt, Makyavelcilik filan girebiliyor. Ayrıca bu tarzda “güçler dengesini” gözetmek pek önemli. Güçlünün yanında yer almak şart. Bükemediğin eli hemen öpmeye teşne olacaksın… İçinde bulunduğun kabın şeklini alıvereceksin…  Mesela güçlü ABD’nin politikaları reelpolitik bir durumdur, itiraz edilmemelidir…
AKP döneminde artık “normal” olan reelpolitik olmaktır, öyleyse anormal olan reel politikaya kafa tutmaktır!
Devrimcilik işte böyle bir anormalliktir! Çünkü devrimcilik anlamında solculuk, reel politikadan medet umduğu anda tarihsel bir dönemine kendi elleriyle son vermişti. Sovyetler ve Doğu Avrupa’daki “reel sosyalizm” (really existing socialism) diye bilinen uygulamalar, bu tarzın solculuk bakımından intihar olduğunu kanıtlamıştı.
Şimdiii... Önümüzdeki haftalarda yine-“yeni” bir sol parti kurulacakmış. “Turnusol” sitesinde yeni partinin “özgürlükçü sol” ilkeleri aynen şu şekilde özetleniyordu: “Samimi-katılımcı-radikal demokrasi yanlısı olmak, toplumcu olmak ve reel politikayı ve gerçekçi reform önerilerini önemsemek.”
Farkındaysanız bir süredir “bizim” liberallere pek bulaşmıyordum; ama “yeni”-partinin Murat Belge, Aydın Engin gibi önemli kurucuları arasında yer alacağı açıklanan Ahmet İnsel de Radikal 2’de bu girişimi öven bir yazı yazınca, bir sorayım dedim:
Solculuk ile reelpolitika nasıl bağdaşır ki?
Cevabınızı ibretle ve merakla beklemekteyim; çünkü sizler kamuoyu indinde her şeyi hemen bilen, çok-bilenlersiniz...