Batı ile Doğu arasındaki en temel farklılıklardan birisi, Doğu’da toplumun refah oranı düşük olduğu için sanatçıların geçim kaynakları bulma konusunda çektiği kısıtlar ve geçinmek için sanatından verdiği ödünler meselesidir.

Doğulu uyanıklar, kısacası Cem Yılmaz filmlerinde canlandırdığı avantacılar –bu arada Cem Yılmaz’ın kendisi de bir avantacıdır- sanat diye yaptıkları eserleri müşteriye göre ayarlamayı iyi bilir. Eğer geçmişteki Yeşilçam’a baktığımızda, onların onurlu bir iş yaptıklarını bugün çok iyi biliyoruz. Çünkü Yeşilçamcıların yaptıkları çok net; üretiyor ve halka satıyor, sonrada vergi veriyorlar, düzenli bir iş yapıyorlar. Bugünkü sinemaya baktığımızda gördüğümüz ise temelden farklı: yalnızca sanatçılar değil, örneğin plastik sanatçılar, örneğin tiyatrocular da bunların arasında olmak üzere, müşteri olarak halkı değil tam da sistemin kodamanlarına ya da sistemin onlar için ayırdığı fonlara koşuyorlar. Ne oluyor? Sonuçta müşteri portföyü değişince karşımıza şu çıkıyor, gerçek sanat eseri üretmek yerine, müşteriyi yağlamak ve müşteriye yalancı bilirkişiler aracılığı tuhaf ürünleri kakalamak.

Evet, bugünkü sistemin özü budur: Bedri Baykam’ın boş çerçeveyi Ülker’e satması ve üstelik bunun bir sanat olayı olarak lanse edilmesi ve basının buna yer vermesi özünde bir utanç meselesidir. Nereden baksan çirkin, nereden baksan tutarsızlık, nereden baksan kabulü mümkün deği, bu hepimiz için bir uyarı aslında.

Sanatçıların verdikleri eserlerin toplumsal kökenleri olmayınca, toplum ile esaslı ilişkilere girmeyince ne oluyor? Sonuçta sanatçı denilenlerin büyük kısmının sanatçı olmadıkları anlaşılıyor, çünkü sanat eseri üretmiyorlar. Mesela yıllarca Kutluğ Ataman’ın ürettikleri Bienal işlerinin tümü hepimizin için bir utanç kaynağı olmalı, hiçbiri sanat eseri değil. Ürettiği filmlere gelince, bunlara film demek için şahide gerek yok, çünkü bunlar son derece kaba yetersiz ve niteliksiz eserler.
Estetik denilen şey, yalnızca eserin içinde ve üzerinde mevcut olan bir şey değil: tam tersine sanatçının üretim biçimi, koşulları ve sonrasında bunların sunma biçimleri, tam olarak sanatçının duruşu ile tamamlanıyor.

1. Eserin üretilme biçimi,

2. Eserin üretildiği toplumsal koşullar ve bu koşulların eserde nasıl yorumlandığı,

3. Sanat eserinin topluma sunulma biçimi (şimdilerde utanmadan buna lanse etme biçimi diyorlar),

4. Sanatçının duruşu…

Bu dört öğenin içinde Doğulu toplumlarda ilk aksayan ve izleyiciyi sarsan nitelik sondan başa doğru geliyor. Evet sanatçı ilk önce bir duruşa sahip olamıyor, sonra da, eseri sunarken cambazlık yapmaya başlıyor, ardından toplumsal koşulları sanatında yansıtmıyor, yorumlamıyor, onunla yüzleşmiyor, ilk basamağa geldiğimizde ise eserini çoğu kere sipariş üzerine yapıyor.

İşte Onat Kutlar’ın anlattığı haliyle size tüccar-terzinin sanata uygulanmış hali: TÜCCAR-SANATÇI üretim tarzı…
Böyle olunca, sanatçı için etik lüks ve hatta erişilmesi gereken bir yer haline geliyor, refaha ulaşmak için zaten uygunsuz şeyler yapınca, sanatçı kendini savunmak için kibir kumkuması haline bu süreçten geçerek geliyor. Yenilgi esastır, çünkü zaten yenilmeden, ilkelerini kapının dışında bırakmadan ünlüler odasına almıyorlar.
Sistemin sigortası böyle işliyor: Geriye de estetik diye özenti, kolaj ve apartılmış ürünleri esoterik eserler diye piyasaya sunmak kalıyor.
İşte bunun için Nâzım Hikmet ve Yılmaz Güney hala sembol isimler, çünkü bir davaları ve bir ahlakları vardı, onlar içinde ömürlerini tükettiler.