Kimse nereden çıktı bu spekülasyonlar demesin; bu “referandum” topluma Aristo mantığıyla bakan, “Osmanlıyız! Osmanlı kalacağız!” diyen muhafazakâr ideolojinin sosyal dayanaklarını ortaya koydu

Referandum, Erdoğan  ve diyalektik dersleri..

Zaten biliniyordu, bir kez daha kanıtlandı: Cumhurbaşkanı Erdoğan bir diyalektik ustası! Gerçeğin, zıtlaşmalardan ve çelişik tezlerin çatışmasından doğduğunu çok iyi biliyor! Yadsıma, germe, ötekileştirme: son kampanyada bu yöntemlerin hepsi kullanıldı. Oylamanın sonucu hakkında karışan kafaları da, Başkan, yine diyalektik yöntemle aydınlattı: Sağa döndü, tebrikleri kabul etti, “zafer”inde katkısı olanlara şükranlarını sundu; sola döndü, “zafer benim değil, sistemin; ben bir faniyim!” dedi ve böylece “sağ”la “sol”un sentezini gerçekleştirmiş oldu! Aynı bağlamda CNN International muhabirine de sağ veya soldan değil, futboldan geldiğini hatırlatıyor ve “aslolan kazanmaktır; 1-0 ya da 5-0 fark etmez!” diyordu.

Evet, Erdoğan usta bir diyalektisyen; fakat Hegel’in değil de Aristo’nun diyalektiğini kullanıyor! Kuşkusuz okuma ve incelemelere dayanan dürtülerle değil; daha çok, yaşayan Osmanlı değerlerinin güçlü bir taşıyıcısı ve temsilcisi olarak..

•••

Osmanlı medreselerinde Aristo mantığı, Porphyres’in “İsagoge”una dayanılarak, “İzaguci Risalesi” ile öğretiliyordu. Buna göre gerçeğe ancak zıt tezlerin çatışması ile varılabilirdi ve bunu sağlayan ilim dalı da “ilm-i cedel” idi. Böylece Osmanlı müderris ve suhteleri yüzyıllar boyunca aynı temalar etrafında “cedelleşip” durdular. “Münazara”ların bazen kanlı kavgalara dönüştüğü Ortaçağ Batı üniversitelerinde olduğu gibi, Osmanlı medreseleri de “münazara” ve “cedelleşme”leriyle ünlüydü ve bu uygulamalar bizde Cumhuriyet döneminde de devam etti. Ne var ki “ayniyet” ilkesine dayanan bu yöntem, tarihi evrimi hesaba katmadığı için gerçeklere bir türlü ışık tutamıyor, toplumsal durgunluğun ifadesi oluyordu. Egemen sınıf ve zümrelerin istediği de zaten buydu. “Bir şey, aynı zamanda hem kendisi hem başkası olamaz; her şey kendisinin aynıdır ve aynı kalır!”; kural buydu! Hristiyan ve Müslüman öğretileri Aristo düzenine sadece kutsal bir kılıf geçirmişlerdi.

•••

Oysa Aristo’nun aksine, Hegel, hiçbir şey aynı kalamaz; her şey kendisini değiştirecek öğeleri kendi bünyesinde gizler ve çelişkiler içinde evrilir, diyordu. Tez ve anti-tezin oluşturduğu sentez, her ikisinden de fazla bir şeyler içeriyordu ve Hegel’e göre, tarihi yapan da buydu. Daha sonra Marx ve Engels, Hegel’de tarihin felsefe, felsefenin de tarih olarak sunulduğu “büyük anlatı”yı maddi temellere oturttular.

•••

Kimse nereden çıktı bu spekülasyonlar demesin; bu “referandum” topluma Aristo mantığıyla bakan, “Osmanlıyız! Osmanlı kalacağız!” diyen muhafazakâr ideolojinin sosyal dayanaklarını ortaya koydu. Anketler bu ülkede en muhafazakâr kesimlerin (köy ve beldeler), Türkiye ortalamasının hayli üstünde bir oranla (% 62) “evet” dediklerini gösteriyordu. Buna karşılık ülke çapında yüksek tahsilliler de aynı oranla “hayır” demişlerdi. Toplumun değişimden yana sınıf ve kategorilerinde –özellikle de okumuş orta sınıflarda- “hayır” oranlarının çok daha yüksek olduğu da yadsınamazdı. Büyük burjuvaziye gelince, belli ki onların çoğu da “hayır”cı idiler; fakat bir zamanlar Karaoğlan Ecevit’e kükreyen kuruluşları, bu kez, ürkek ve mültefit, sessizce bekliyordu.

•••

Aslında 16 Nisan’da Anayasa tasarısından çok, Erdoğan oylandı. Ve bilmiyoruz, parti başkanlığını şimdiden üstlenmeye hazırlanan Cumhurbaşkanı, AKP Merkezi’nin bulunduğu Çankaya’da % 80; devleti yönettiği Beştepe’de (Yenimahalle) % 57,5; Huber Köşkü’nün bulunduğu Sarıyer’de % 60; ikamet ettiği Üsküdar’da % 53,3 ve namaz kıldığı Eyüp’te % 51,5 “hayır oyu” çıkması karşısında bir moral çöküntüsü yaşadı mı? Aslında hiç de öyle görünmüyor ve Başkan, “’demokrasi’lerde çareler tükenmez!” diyen Demirel’in izinde, yeni taktik “cedelleşmeler” peşinde olduğu izlenimini veriyor. Ne var ki 2019 seçimleri perspektifinde bu taktik hesaplar ve karşılaşacağımız sürprizler de zihinleri kurcalamaya başladı!

•••

Görünüşe göre, Erdoğan 2019 Başkanlık seçimine, esas itibariyle, Putin’i devreye sokarak Trump’ı ikna etmek; Trump’a dayanarak da AB’yi hizaya getirmek “strateji”si ile hazırlanmak niyetindeydi. Anayasa tasarısının kabulü, erken seçimler ve “mutlak iktidar” da kendisine bu politikanın araçlarını sağlayacaktı. Sisi ile Beyaz Saray’da kurduğu sıcak ilişkilere bakılırsa, Trump’ın da buna bir itirazı olamazdı. Zaten Erdoğan da hazırlığını yapmış, Mısır diktatörüne karşı suçlamalarına çoktan son vermişti. Oysa beklenen olmadı; 16 Nisan oylaması umulanı vermedi ve ucu ucuna kazanılmış, üstelik şaibeli bir referandum, gücüne güç katmak şöyle dursun, mevcut iktidarını da sarstı. Şimdi bizlere de sorgulamak düşüyor: Bu yeni durumda olasılıklar nelerdir? Erdoğan şu ana kadar kendisine hayli mesafeli davranmış olan Trump ile bir anlaşma sağlayabilecek midir? Bu tabloda İslam’ın tamamen siyasal bir araç olarak kullanıldığı artık her kafaya dank edecek midir?

•••

Bu konularda bir hayli soru işaretleri bulunuyor. Sıralayalım:

1) Trump yönetimi, ilk aylardaki uygulamalarıyla, Ankara’ya, Beştepe’nin devamlı yakındığı Obama’dan bile beklenmeyecek olumsuz sinyaller verdi: 15 Temmuz gecesi Erdoğan aleyhinde bir tweet atmış bir istihbaratçının (Hürriyet, 20 Kasım 2016), CİA Başkanı olarak görüşmeler yapmak üzere Beştepe’ye yollanması; birkaç Arap ülkesinin yanı sıra, terörizme karşı THY’na konan garip kontrol önlemleri; Zarrab kurtarılmaya çalışılırken, Halk Bankası’ndan bir müdür yardımcısının da tutuklanması vb.. Bunlar hiç de hayırlı işaretler değildi.

2) Trump’ın kendisi Erdoğan’a sıcak baksa bile, çalışma ekibi, Erdoğan’a karşı alınacak tavırda ittifak halinde değildi. Referandumdan sonra Erdoğan’ı kutlaması kamuoyunda olumsuz tepkiler doğurmuş ve Beyaz Saray bu kutlamayı muhalif partilerden, STK’lardan, hatta kendi Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen protestolara rağmen yapmıştı. (Independent, 18 Nisan) Uluslararası hukuk profesörü Daniel W. Drezner ise, Washington Post’da (18 Nisan) soğuk savaş sonrası dönemde, Donald Trump’ın dışında hiçbir Başkan’ın böylesine “demokrasiyi kısıtlayan, kusurlu (flawed) bir referandum ertesinde bir müttefikini kutlamayacağını” yazmıştı.

3) Bu koşullarda, 17 Mayıs’ta Washington’da yapılacağı ilan edilen Trump-Erdoğan buluşmasının da Trump’ın arzusundan çok Erdoğan’ın ısrarı ile gündeme geldiği anlaşılıyordu. Nitekim CNN Int muhabirinin bu görüşmeden söz eden Erdoğan’a yönelttiği “Washington sizi davet etti mi?” şeklindeki soru yanıtsız kalmış, bu konuda “dışişleri bakanlıklarının çalışmalarından” söz edilmişti.

•••

Bugün itibariyle durum bu ve mevcut koşullarda görüşmenin ciddi bir düş kırıklığı yaratma olasılığı da hayli güçlü görünüyor. Öyle ki, Trump’la ilkede anlaşsa bile, Erdoğan’ın “Kürtlerden vazgeçin; Rakka’ya beraber girelim” tezini –özellikle Münbiç’te verilen kayıplardan ve referandumda alınan sonuçtan sonra- ne kamuoyuna, ne TSK’ya, ne de siyasal müttefiklerine kabul ettirebilme şansı var görünüyor. Hatta bu yeni “fütuhat” politikasına kendi partisi içinden de itirazlar gelebilir. Böyle bir politika Rusya, Suriye, İran bloğunun düşmanlığını çekeceği gibi, bu nevraljik bölgede, Türkiye ordusunun ABD uçaklarının şemsiyesi altında bu “vekalet savaşı”nı yürütme gücü de sınırlıdır. Nitekim çoktandır gündemde olan bu öneri hakkında Washington merkezli düşünce kuruluşu Atlantic Council’in Türkiye analisti A. Stein, “Türklerin neden bu kadar kendilerine güvendiklerini anlamadığını” yazmıştı. Aynı bağlamda ABD’nin eski Ankara elçilerinden James F. Jeffrey daha da açık olmuş ve “Türkiye bunun için yeterli güce sahip değil” demişti. (NY Times, 11 Şubat 2017). Kaldı ki Trump yönetiminde ağır basan Pentagon sorumluları hiç de Kürtleri satmaya niyetli görünmüyorlar.

•••

Peki bütün bu moral bozucu olasılıkları Erdoğan görmüyor diyebilir miyiz?

Bunu söylemek elbette saflık olur. Türkiye Cumhurbaşkanı, daha çok, reel politikada ülkenin olanaklarını zorlayarak çıkmaza sokmuş ve oyunu artık “imaj politikası” araçlarıyla yürütmeye çalışan bir devlet adamı izlenimi veriyor. Öyle görünüyor ki kendisi için 17 Mayıs’ta Beyaz Saray’da olmak, Trump’la anlaşıp anlaşamamaktan çok daha önemlidir. Bu gibi “büyük oyun kurucu” gösterileriyle hitap ettiği zümrelerin alkışlarını almaya devam edebilir ve “ya ben, ya kaos!” çığlıkları ile iki yıl daha geçebilir. Üstelik “reality show” ustası Trump’ın da bu iş için biçilmiş kaftan olduğu kısa sürede anlaşılmış bulunuyor. Ayrıca Erdoğan’ın Mayıs ayı programının Çin, Rusya, Brüksel ziyaretleriyle yüklü olduğu da ilan edildi. Bunun, Hürriyet’de Hande Fırat’ın yazdığı gibi, gerçekten de “diplomatik atak” mı, yoksa Hürriyet’in yeni bir atağı mı olduğunu zamanla anlayacağız. Çünkü tüm kampanya sırasında “büyük oyun” ve bunu sahneleyecek “diplomatik atak” hakkında ipuçları elde ettiğimizi kimse iddia edemez. Yine de şunu şimdiden söyleyebiliriz: Referandum sonucu bizlere hiçbir şeyin aynı kalmadığını, her şeyin değiştiğini ve bu süreçte Aristo diyalektiğinden çok, tarihi diyalektiğe güvenmemiz gerektiğini ortaya koydu. 2019’a doğru bu kılavuz ışığında yol almaya başladık. Zulmü, yalanı ve her türlü haksızlığı “zıtlayan” bir senteze; hakça, insanca bir düzene doğru!..

Yolumuz açık olsun.