Diyelim ki, ben bakkalım; bir müşteri gelip 66 liralık alış-veriş yapıyor ve bana yüz lira uzatıyor; paranın üstü olarak 34 lira verecekken

Diyelim ki, ben bakkalım; bir müşteri gelip 66 liralık alış-veriş yapıyor ve bana yüz lira uzatıyor; paranın üstü olarak 34 lira verecekken, kafam karışıyor ve 66 lira iade ediyorum; adam da beni uyarmak bir yana, dükkandan dışarı adımını atar atmaz “zafer de zafer, kazandım da kazandım” diye sevinç çığlıkları atmaya koyuluyor. Ben bu adamı koyar mıyım bir daha dükkana; dükkan bir yana, mahalleme de bir daha sokmam; elime geçirebildiğim hangi silah varsa, herifi sonuna kadar kovalar, yakaladığımda da… Ancak, şöyle bir ihtimal de var; hatta günümüzde en muhtemel ihtimal: Mahalleli arka çıkıyor herif-i nâşerife, kendisini alkışlıyorlar büyük bir hayranlıkla ‘ne kadar uyanık, becerikli’ diye; -moda tabiriyle- ‘rôl model’, örnek olarak alıyorlar kendilerine.

AKP, 2002’de %34 oy alıp Meclisin %66’sını kapatarak iktidar oldu. Böyle bir şey, her şeyden önce ahlâka mugayir; ahlâktan da önce insan karşıtı: Jack London’un ‘Kurt Kanı’ vardır, bir köpeğin gözünden kaleme aldığı; köpek insanları inceden inceye gözler/gözlemler, kafasında hep şu sual, “bu sefil yaratıklarda ihanet, korkaklık, tembellik vb… bütün kötülükler var; nasıl oluyor da bizim efendimiz oluyorlar, her bakımdan biz onlardan üstünken”; ancak sonunda bir şeyin farkına varıyor; “yahu” diyor, hem de bayağı bir hayretle, “bunların naturası bizimkinden iyicene farklı, bir tuhaf; hak mı diyorlar, adalet mi ne, öyle bir şey daha var bunlarda, o geliyor bazen akıllarına; işte o zaman, dövebilecekken dövmüyor, öldürebilecekken öldürmüyor, parçalayabilecekken parçalamıyorlar.

%10 barajı, her şeyden önce insanın olumsuzlanması ve sadece AKP değil, bu baraja karşı çıkmayan herkes bu züle ortak. Hem bu barajı savunup hem de ‘demokrasi’ kelimesini ağzına alabilmek için ya zihnen, ya da ahlâken malûl olmak gerekiyor. Efendim, bu baraj siyasal istikrar için zorunluymuş: Bu baraj aracılığıyla siyaseti halka yasaklayıp birkaç oligarkın eline veren darbe mamûlü rejimin –hem de neredeyse 30 yıl boyunca- istikrarlı kıldığı tek şey, kanlı bir çatışma ortamı, gemi sahibi olamayan çocuklarımızın kanının akması; zira, bu antidemokratik baraj, aynı zamanda anti-kürt bir ırkçılık aracı, dolayısıyla da ayırımcı/bölücü bir mekanizma.

Referandum, halkın fikrini sormaktır: “Sen ne diyorsun?”. “Hangi konuda?” diye sorarlar adama ve bunun cevabı “Eh işte, 20-25 farklı konu” olursa, döverler adamı. 12 Eylül oylaması, aslında referandum değil, plebisittir. Pleb, Antik Roma’da alt tabaka halk; plebisitte de halkın belirli bir konudaki fikri falan sorulmaz; odak noktası bir yasa veya düzenleme değil, lider/yönetici konumundaki kişinin icraatıdır; kısacası belirli bir kişi hakkında güven oylaması. İlk bakışta demokratik bir teknikmiş gibi görünse  de, plebisitin demokrasiyle ilişkisi, insanın kendi celladını seçme hakkı ne kadar demokratikse işte o kadardır: ‘Demokratik diktatörlük’lerle ‘otoriter demokrasi’lerin hepsi plebisitlerle kurulmuştur; Louis Napoléon’un cumhurbaşkanı iken kendisini III. Napolyon olarak imparator ilân etmesi de plebisit yoluyla olmuştur ve bu tür maskaraların en temel/ortak özelliği, iktidarlarının meşrûluk temelinin halkın oyu, bütün icraatlarının yegane dayanağının da halkın - bir tek kendileri tarafından doğru okunabilen- derin duygu ve arzuları olduğunu ileri sürmeleridir; o kadar ki, 1870’de Prusya’ya savaş ilân edip, kendisini Paris’ten “Berlin’e, Berlin’e” diye uğurlattıktan sonra, daha Alman sınırına bile ulaşamadan kendi topraklarında yenilip esir düşen III. Napolyon’un, Bismarck’a “vallahi benim sizinle savaşmak gibi bir niyetim yoktu, ama halkım çok istedi, ben de direnemedim” diyerek kendisini affettirtmeye çalıştığı  -anlatılır değil- tarihen sabittir.

12 Eylül oylaması, Özal’ın bile tahayyül edemeyeceği bir ‘garibe-i AKP’dir; hem de hiç mi hiç dürüstçe olmayan: Araya geçici 15. Maddenin iptalini sıkıştırmak, en bilineninden bir dağıtımcı-pazarlamacı üçkağıdıdır. Mahalle bakkalına/küçük perakendeciye der ki, “ben sana bu istediğin malı temin ederim; ama, şu/şu/şu   –en satılmayan-  mallardan da şu kadar sipariş verirsen”; ki, bu da düpedüz şantajdır; stokçuluktan gabine uzanan.  Ancak ‘referandum’ sürecindeki tek şantaj bu değil: “Bitaraf olan, bertaraf olur”. Başbakan, “oyunu/kanaatini/inancını açıkla” diyor, hak-hukuk tanımazlığın en uç noktalarına giderek. Sırf Doğan grubuna yapılanlar bile hatırlansa, insanı terorize eden bir tehdit. Terorizan; zira, ne zaman, kime, hangi noktadan ve ne vesile/bahane/gerekçeyle vurulacağı belli olmayan bir darbe, aynı zamanda her an, herkese, her noktadan ve her vesile/bahane/gerekçeyle de vurulabilir demektir; tabiî bütün bunlar, ‘ileri demokrasi’ adına. Başbakan “ya bizdensin, ya da düşmanımızsın” demektedir; kendi safında yer almayanları ‘şer cephesi’ olarak görmektedir; tıpkı George Bush, ancak daha önemlisi, Menderes gibi.

Menderes de muhalefeti ‘şer cephesi’ olarak ilan edip ‘vatan cephesi’ni oluşturmaya girişir, 1957 seçimlerinden sonra: Köy/mahalle muhtarlarından ithalatçılara, imalatçılardan gazete/matbaa sahiplerine, çevresinde etkili olabileceği insan bulunan herkes çeşitli şekillerde tehdit edilir, zora/şiddete tâbi tutulur ‘vatan cephesine iltihak’ etsinler diye; iltihak edenlerin isimleri okunur her gün saatlerce ülkenin tek/devlet radyosunda: Cepheye katılmazlarsa onları da Menderes ‘bertaraf’ edecektir.  Menderes’in demokratik marifetleri bundan ibaret değildir:  Osman Bölükbaşı’nın Millet Parti’sine oy verdi diye Kırşehir’i ilçe, ilçesi Nevşehir’i de il yapar; Kırşehir, Nevşehir’e bağlanır, Millet Partisi kapatılır, Bölükbaşı da hapse atılır. Menderes’e göre Kırşehir, Demokrat Parti’ye oy vermemekle ‘anormallik’ göstermiştir (Meclis’teki konuşması); ama, Tayyip Erdoğan da Antalya’nın CHP’li Belediye Başkanı seçmesini ‘anormal’, Menderes’iyse ‘demokrasi şehidi’ ilan eder. Oysa Menderes, hem başbakanı olduğu devletin iki numaralı kurucusu, hem de 27 yıllık tek parti diktatörlüğünü kendi elleriyle sona erdirip kendisine demokrasi olarak teslim etmiş İsmet Paşa’yı meclisten 12 oturumluğuna ihraç ettirmekle kendi iktidarının meşrûluk temelini hem tarihsel, hem de siyasal olarak kendi elleriyle yok etmiştir. İnönü’nün, iktidarı dış konjonktürün zorlamasıyla devrettiği, dolayısıyla kendi başarı ve onur hanesine yazılamayacağı da söylenebilir: Almadan vermek gibi, hiçbir belirleyiciliğe tâbi olmadan davranmanın da ancak –varsa- tanrıya mahsus olduğu bir veri iken, herhangi bir eylemi o eylem yapan faktörlerin bilinebilir ve de ortaya konabilir olması, o eylemin niteliğini değiştiremeyeceği gibi, değerini de ne eksiltir ne de arttırır. Tersten bir örnek verecek olursak; her cinayetin de mutlaka bir sebebi vardır; ama bir sebebe dayanıyor olması cinayeti cinayet olmaktan çıkartmaz. İktidara gelene kadar nisbî temsili talep ve vaad etmesine rağmen, seçmen oylarının yarısından bile azıyla mecliste ‘kahir (kahredici, ezip yok edici) ekseriyet’ elde etmenin konforuna alıştığı ölçüde, değil sözünde durmak, yargıyı da eline geçirmeye kalkması (Meclis Tahkikat Komiyonu) meşrûluğunun dibe vurmasına yol açarken, kendisini de müstakbel darbenin ebesi konumuna getirmiştir; -60 yılının 27 Mayıs’ı yaklaşırken artık gazetelerin başsayfası sık sık yarıyarıya bembeyaz, çok sayıda gazeteci hapiste, ülkenin okur-yazar takımı/üniversite hocaları ise, Tayyip Erdoğan’ın ‘monşerler’ine mümasil tezyif edici tabirlerin muhatabı durumundadır. Darbeciler, kendisine çok alçakça davranırlar; ama bu kendisini ‘demokrasi şehidi’ yapmadığı gibi, hezeyanlarıyla demokrasinin hem o gününe, hem de geleceğine büyük zararlar vermiş bir otokrat olmaktan da kurtarmaz: Allah, taksiratını affetsin; özentilerini de, ıslah.