Türkiye 16 Nisan 2017 günü yapılan bir referandum ile ortasından ikiye ayrılmış hale getirildi.

AKP+MHP+Devlet ile hepsinin etki gücünün iki katından fazlasına tekabül eden “tarafsız Cumhurbaşkanı”ın saha ve medya performansını da ekledikten sonra ulaşılan zafer(!) yüzde 51’e ancak varılabildi.

Oysa bir önceki Anayasa referandumu (2010) iktidar ve destekçileri neredeyse yüzde 60’a erişmişlerdi. Zaten bu beklentiyle çıktığı televizyon programlarından birinde (beşinde de olabilir) başarı beklenti çıtasını bu seviyeye koymuştu:

-Yüzde 60’lık bir oranla taçlandırmak gerekiyor!

İktidar cephesi sadece yüzde 9’luk bir eksiklikle yüzde 51’i tutturdu.

Mühürsüz oylar falan gibi “lüzumsuz” itirazları bir yana bırakırsak, iktidar büyük bir zafer kazandı.

Ama bu zaferin tadını çıkartmıyorlar!

• • •


İktidar çevresinde halkalanmış gazeteciler, televizyoncular, yorumcular, tartışmacılar, moderatörler, kolektörler, reflektörler, aspiratörler, vantilatörler başka havalardan çalmaya başladılar.

Ortada kazanılmış büyük bir sandık zaferi(!) varken, bir anda, hatta; sayımın bittiği andan itibaren, birbirlerine “ok” atmaya başladılar.

Hepsi liderin tam arkasına siperlenerek onu savunma rolüyle karşına kimi aldılarsa oklarını onlara doğru savurdular. Ortalık bir anda okluk oldu.

Eskiden, eski bir cumhurbaşkanı yaz aylarında Akdeniz’e gider, Okluk Koyu’na demirlemiş bir milyarderin teknesinden denize girerdi. Akdeniz’in mavi sularında zenginlerle iç içe görüntü veren eski cumhurbaşkanı denizden çıktığında da onu karşılayan gazetecilere şöyle derdi:

-Ben zenginleri severim!

Çok tepki alırdı. Haddinden fazla eleştiri yazısı bir anda Babıali’den fırlatılır, cumhurbaşkanının üzerine sivri yazılardan ok yağmuru yağardı.

Hiç kimse aklına getirmezdi:

-Bunlar “güzel hareketler” olarak, ilerde arayacağımız dönemler olacaktır!

Bir ok atmaktan nerelere geldik.

İktidar cephesi içinde yer alan medyacılar, etkili sanat dallarını konuşturarak ok attıkça attılar. Her yanları ok içinde kaldı. Giderek oka batmış hale geldiler.

Bütün bunları tam karşı cephede yer alanlara karşı yapmadılar. Her zaman her işte yaptıkları gibi solcuları suçlayıp, onlara ok atsalar kimsenin bir şey diyeceği olamazdı.

Ama birbirlerine karşı bunu yapınca zayiatlar vermeye başladılar. Ciddi, maddi, elle tutulur kayıplar oldu bunlar. Zaten etik kurallar, meslek ahlakı gibi manevi değerler ile bağlarını çok önceden koparttıkları için maddi kayıpların onlar üzerinde yıkıcı etkileri oldu. Gazetelerinden kovulanlar, köşelerini bırakanlar ya da bırakmak zorunda kalanların önemli maaş kayıpları söz konusuydu.

Kovanlar da kovulanlar da liderlerini savundukları için böyle şeyler yapmak zorunda olduklarını ya da böylesi şeylere muarız kaldıklarını söylediler.

Bulundukları yerleri henüz kaybetmemiş olanlar, kaybetmeyeceklerinden –katiyen- emin olmadıklarını hissediyorlar ve hissettiriyorlar. Kendi içlerinden yeni hedefler seçiyorlar, “tırpan dairesine” sunumlar yapıyorlar.

Referandum sandıklarında eski başarı çizgisinin altına düşmüş yerleşimlerin, belediye başkanlarını, il başkanlarını, ilçe başkanlarını “satır kıyması” için hazırlıyorlar.

Öyle ki içlerinden bazıları, “bazıları” bile demeden AKP’yi suçlayan yazılar kaleme alıyorlar:

-Burada esas suçlu… diyerek en alttan en üste doğrudan parti örgütlerini suçluyorlar.

Doğrusunu isterseniz bu alanda -ismi lazım değil bazı ana muhalefet partisinin bile- sağından geçip, geride bırakıyorlar.

• • •

İktidar medyası içindeki “içişleri savaşları” o boyuta ulaştı ki en sonunda lider devreye girip “hoop” dedi:

-Kimse, benim adıma konuşmasın!

Konuşabileceklerin adresini de verdi. Sadece “sözcüsü” konuşabilirdi.

Dikkat ederseniz onca başdanışman var, onların da onun adına konuşabileceğini dile getirmedi. O başdanışmanlar içinde çifte tabancasını olduğunu beyan ederek lideri için gerektiğinde ölebileceğini söylemiş olanları bile var. (Gerçi liderinin korunması gerektiği tüm zamanlarda ya yurtdışında ya da kanepenin altında mesai yaptığından böylesi bir kahramanlık şansını henüz yakalayamadı ya olsun. Söylüyor, (Söylemesi de yükselmesine yetiyor.)

Bütün bu cephe içi savaşın açık hale gelmesi referandum sonrasında yaşandı. Oysa referandum -kaybedilen Üsküdar’a karşı at sırtında olsa da -kazanılmış bir zaferdir.

Neden bu zaferin tadını çıkartmıyorlar?

Haliyle münafık akıllara ilk olarak şu tespit geliyor:

-Referandum zaferi çarptı!