Refik Durbaş’ı unutulmaz kılan bir şey de, onun tıpkı Nazım Hikmet, Orhan Veli, Attila İlhan, Ahmed Arif, Özdemir Asaf, Cemal Süreya gibi şiiri sevdiren, yaygınlaştıran, okunmasına katkı sağlayan şairlerden olmasıdır

Refik Abi

Ataol Behramoğlu, Refik Durbaş için “60 Kuşağının en iyi, en özgür şairiydi” deyince, bu kuşak gözlerimin önünden bir kez daha geçti: Başta bu saptamayı alçakgönüllülükle yapan Ataol Behramoğlu, şiiri yoldaşlık duygusuyla birlikte sürdürdükleri İsmet Özel, şiirimizin ‘toplumcu yalnız’ı Süreyya Berfe, şiirin uzaklığı geçersiz kılan bir dil olduğunu kanıtlayan Özkan Mert, kadınların ve işçi sınıfının içten şairi Sennur Sezer, Garip şiirinin ikinci dönemini toplumculukla buluşturarak nefis bir şiir yazan Afşar Timuçin, şiirimizin en ince işçilerinden, adeta bir ‘saklı su’ usulluğuyla yazan Eray Canberk, organik şiirin öncüsü ve gizli ustası, hayat ve şiir bağlantısını en iyi kuran Egemen Berköz...Ve Refik abi.

‘Kuşağının en özgün şairi’ nitelemesini yine kuşağından bir başka değerli şair Ataol Behramoğlu yapıyor. Onlardan 2 kuşak sonra gelen ve ’80 Arkadaşlığı’ndan olan şairlerse, şiirinin yanı sıra Refik Durbaş’ın kişiliğinin de nev’i şahsına münhasir olduğuna tanıklık ediyorlar. Durbaş’ın şiiriyse, aslında sinema için, özellikle İtalyan Sineması için kullanılan “Şiirsel Gerçekçilik” kavramının şiirdeki karşılığı olarak gelişiyor.

60 Kuşağının adlarını andığımız Behramoğlu, Özel, Berköz gibi şairlerinin yanına, ilk kitaplarındaki İkinci Yeni etkisi bağlamında, Kuş Tufanı kitabıyla Durbaş’ı da koyuyoruz. 1971’de yayımladığı ilk kitabı, Behramoğlu’nun Bir Ermeni General (1965) ve Birgün Mutlaka(1965) ile İsmet Özel’in Geceleyin Bir Koşu(1966) ve Evet İsyan(1969), Berköz’ün Çin Askeri Ah Devran(1966) kitaplarıyla, hem İkinci Yeni üzerinden hem de 60’ların dünyası üzerinden yakınlıklar barındırır, benzerlikler taşır. Özellikle Kuş Tufanı’ndaki şiirleri evvelgiden bir şairin, Arkadaş Z. Özger’in şiirinde de yolaçıcı olmuşa benzer. “Tabut”, “Majiskül Bir Kadın Yüzüne” şiirlerini anımsamak yeterli.Andığım şairler özellikle 60 Kuşağı’nda daha entelektüel toplumcu yönsemeleri olan şairler olarak öne çıkarlar. Hemen hepsi kent şairidir, kentli şairlerdir.

Refik Durbaş burada da ayrıksı bir isim olarak belirir. Anadolu’nun, kentin ve kentin varoşlarının şiirini kurmaya henüz başlamamıştır ama, ipuçlarını vermektedir. Daha çok da İkinci Yeni ile yoğunlaşan, Turgut Uyar’ın “Geyikli Gece”, Sezai Karakoç’un “Balkon”, öte yandan Gülten Akın’ın “Pas”, sonradan Cemal Süreya’nın “Onlar İçin Minibüs Şarkısı”, yeni kentin eleştirisi Durbaş’ta da görülür. “Evliya” şiirinden şu dizeler: “elbette duru bir şiir yaratacaktım/bu şehrin muhteşem enkazından/ama kandırmıyor bu akşam beni şehir/makineler ve büfelerle süslü sokaklar/kibrit ve konservelerden oyma evler/annelerinin cesediyle sevişen çocuklar/ihtilal diye sokaklara dökülen proleterya/beni kandırmıyor bu akşam”(Kuş Tufanı’ndan).

Aynı yıllarda yayımlanan ilk kitaplarında, Gün Ola(1969) ve Savrulan(1971), Süreyya Berfe’nin şiirine mekan olarak seçtiği “Kasaba”nın dışında, Durbaş’ın seçtiği kent mekanı da, hem kentin içinde hem kentin dışındadır. Hatta kentin tam içindeki/ ortasındaki dışıdır. Görünmeyenler, görülmeyenler, gölgeler, gölgesizler, çıraklar, noterlerde çalışan solgun kızlar, tekstilde çalışan kadınlar, kızlar, matbaa işçileri, sanayi çarşılarındaki çıraklar, uzun yol otobüslerinin muavinleri, uykusuzlar, sessizler, evsizler barksızlar, kimsesizler. Bir anlamda kentin kustukları, dışına attıkları ve bir anlamda da kente küsmüşlerden oluşan parçalı bir topluluk.

Ahmet Oktay’ın Edip Cansever’in şiir kişileri için söyledikleri geliyor aklıma. “Kimselerin ilgilenmediği bazı olayların tarihçisi” der Cansever için. Öyleyse şiir kişileri de kimselerin görmediği, belki de Umutsuzlar Parkı’nda yaşayanlardır. Cenaze levazımatçılarından genelev çalışanlarına, kilise bekçilerine, çiçek satıcılarına...Edip Cansever’in şiir kişileri her bakımdan azınlığı, gitmekte olanı temsil ederken, kentte onların yerini almayan, ama giderek artan ve ‘büyük insanlığın’ büyük parçası haline gelmeye başlayan ve artık ‘marjinal’ de sayılamayacak bir kitleselliğe ulaşan toplumun en altındakiler, kentin yeni görülmeyenleri olarak Refik Durbaş’ın şiirinde görünür hale gelirler.

Şiirin neliğine dair konuşurken, sanıyorum anlamdan ve anlamaktan önce, şiirin işaret ettiği, gösterdiği, görünür kıldığından söz etmeli. Hem bireysel hem toplumsal olarak. Durbaş şiiri başından beri bu işaretleri taşıyan, şiirin de bir tür ‘işaret dili’ olduğunu gösteren bir şiir. Kimsesizlerin kimsesi, sessizlerin sesi gibi.

Hicran, efkar, keder, hasret, gurbet...Bunlar da Refik Durbaş şiirinin dağları, ovaları, gölleri, gecesi, gündüzü olan kavramlar, duygular, sevinçler, neş’eler... Şiirinde itinayla var ettiği ve sık kullandığı kimi sözcükler de, onun dil sevincini, şiir zevkini ve elbette sözcüklere olan kadim aşkını gösterir. Şiiri bir süreklilik olarak ele aldığını ve el aldığı geleneğe kendi sözünü de kattığını gösterir: “Acının çeyizini işleyen kızlarla mektuplaşacağım/şiiri çalınmış, emeği yetim, aşkı ıssız olan yazmasın” der “Resimli Küçük İlanlar” şiirinde. O şiiri çalınmış, emeği yetim ve aşkı ıssız olanların da şairidir.
Geleneği gününe uyarlayan şairlerin öncülerinden sayılır Durbaş. Hem şiir kişilerinin gerçekliği hem de bu parçalı topluluğun ‘gözüne ve kulağına hitap eden’ şarkıcıların, artistlerin adlarını anmakla kalmaz, şarkılarında, repliklerinden de bol bol örnek verir şiirlerinde. Ve üstelik bunları bir nostalji ya da Retro anlayışıyla yapmaz, tam tersine, adeta kendisini de şiir kişileriyle özdeşleştirerek, onlardan biri gibi davranarak yapar. Kendini de katar bu efkara, hicrana, hasrete. İkinci kitabı Hücremde Ayışığı(1974) özellikle ‘solgun kızlar’ için yazılan şiirlerle dertli, yüklü ve hicranlıdır: “Dokumada çalışan kızların/ben de karışsam aralarına/kuş olup konsam avuçlarına/dokusam onlarla kumaşını acının” (“Dokumada Çalışan Kızlar” şiirinden).

Refik Durbaş’ı unutulmaz kılan bir şey de, onun tıpkı Nazım Hikmet, Orhan Veli, Attila İlhan, Ahmed Arif, Özdemir Asaf, Cemal Süreya gibi şiiri sevdiren, yaygınlaştıran, okunmasına katkı sağlayan şairlerden olmasıdır. Bunu en çok da Çırak Aranıyor(1978) ve Çaylar Şirketten(1980) kitapları bağlamında söylüyorum. Zülfü Livaneli’nin besteleriyle daha da sevilen bu şiirler, Refik Durbaş klasikleridir. Çırak Aranıyor’daki “Bir Dağ Yamacında”, “Kampana”, “Beyaz Kehribar” şiirleriyle, tek uzun bir şiir olan “Çaylar Şirketten”, Refik Durbaş’ın tüm dönemlerini, çıraklığını, kalfalığını ve ustalığını birlikte gösterdiği şiirler ve kitaplar olarak, şiirimizin unutulmazları arasına yayımlandıkları andan başlayarak katılmışlardır.

Daha iyi, daha güzel şiirlerini okusanız da, bir şairi sizin için özel kılan şiirleri vardır, benim için de ilk kitabında yer alan, çok sevdiğim, uzun yıllardır sık tekrarladığım Refik Durbaş şiiri, Hücremdeki Ayışığı’ndaki “Kuşlar da Ölür” şiiridir: “Sabah olsun giderim sen kalırsın/kalır seninle, binlerce kuş cesedi/içimde sönmeyen o diri yangın/ ve sessizliği özetlemek hüneri/.../Aydınlığından damlarken umutlar/zulmün ve kederin bir de acının/hala barınağıysa yalnızlığın/artık her sabah ağlasın Üsküdar”.

Refik abi için yazılan en güzel dizelerden biri sevgili şair arkadaşım Hüseyin Haydar’ın. “Refik abi sen beni niye ağlattın” diyordu. Onu erken vedasıyla beni hala ağlatan canım arkadaşım Ahmet Erhan’ın diye yazmışım. Hüseyin de Ahmet de buna aldırmaz bilirim, ben yine de Refik abi bizi yine ağlatmışken yazayım istedim.