Bir reform lafıdır, gidiyor. Anayasa, yargı, eğitim, sağlık ne varsa hepsinde reforma peşinde AKP iktidarı. Ortaya çıkanlar ise, “reform” söyleminde  “darbe” hükmünde olmakta.

Mesela sağlıkta reform! Ne çok duyduk bu reform lafını. Sağlık çalışanları, bunun sisteminin çöküşü anlamına geldiğini anlatmaya çalıştılar; dinleyen pek olmadı. O kadar olmadı ki,  sağlık sistemindeki değişikliklerin AKP’ye oy verenleri arttırdığı söylendi.

Şimdi Tam Gün Yasası’nın en nitelikli hekimleri kamu hastanelerinden uzaklaştırdığı, üniversitelerdekileri ise, -muayeneleri varsa- hastanede muayene, ameliyat yapamaz hale getirdiği, eğitim hastanelerini performans baskısıyla  eğitimden uzaklaştırdığı,  aile hekimliğinin ise hasta kadar hekimler açısından da pek işe yarar sonuçlar vermediği birer birer ortaya çıkmakta.

Hekimler kısmı böyle de, diğer sağlık çalışanları açısından farklı mı? Hayır; orada da hemen her hizmetin taşeronlara teslimiyle ucuz, güvencesiz bir istihdam yaratılmakta. Yani sağlık hizmeti, ucuz işgücü peşindeki taşeronlara emanet! 

Sağlık reformunun (!) hizmet alan tarafından ne anlama geleceği de aydınlanmaya başlandı. Başlangıçta ilave ücret yoktu, sonra yüzde yirmi katkı payı gerekti,  şimdi bu payın hizmetin yüzde 90’ına kadar ulaşabileceği kabul edildi.

Genel Sağlık Sigortası (GSS) denilen bir başka reform( !) daha var; 2008’den buyana adım adım hayata geçmekte. En son gelinen nokta, yeşil kartların iptali ve kişi başına asgari ücretin üçte biri kadar geliri olan herkesin-bugün için aylık 279 lira-  prim ödemesi. Yani genel sağlık sigortası, ancak prim ödeyerek edineceğiniz bir sigorta ve ancak bundan daha az bir geliriniz olduğunda devlet devreye girmekte. Ne oldu? Reform(!) uygulamaya girdiğinden beri bir sürü insan gelir testi için kuyrukta!

Sağlık reformunun (!) bu yanını,  21 Mart’taki yazısında çok güzel özetlemiş Osman Öztürk. Özel Hastaneler ve Sağlık Kuruluşları Birliği Başkanının söylediği ibret verici  bir ifadeyle de bitirerek; “yetmez ama evet!” Yakında kamu hastaneleri holding benzeri yapılara dönüşüp, özel hastaneler zincirine katıldığında, “ama” nın kalkacağı belli.

Şimdi de Eğitim reformu(!) kapıda. Söylenenlere bakarsanız, eğitim süresi uzatılıyor, eğitim tek tip olmaktan çıkıyor, kalitesi artıyor, ihtiyaçlara daha fazla cevap verir hale geliyor, falan filan!  İyi de, böyleyse, kadar kavga, kıyamet niye?

Komisyon’da yaşanan kıyamet, muhalefetten gelen engellemeye karşın maddelerin apar topar geçirilmesi ortada! Ana muhalefet partisinden meslek örgütlerine seslerin duyurmak için sokağa dökülenler meydanda! Birçok sivil toplum kuruluşunun  sayıp döktüğü karşımızda. Daha ne olsun? Hiçbirinin önemi yok; Hükümet daha iyi bilir mi diyelim!

Eldeki veriler,  4+4+4 sisteminin eksik, yanlış, içi boş olmasının yanında, tehlikeli  bir gidiş olduğunu da gösteriyor. Yani sakınca, İmam Hatipler için orta eğitim sağlanması değil; bunun çok ötesinde...

En başta, toplumsal yarar açısından sekiz yıllık temel eğitimi 9-10 yıla çıkarmak, kalitesini  arttırmak gereği varken bunu bir yana koymanın kabul edilir bir yanı yok. Nasıl verileceği, içinin nasıl doldurulacağı belli olmayan 12 yılık  bir eğitime geçmek, müfredatından, seçmeli derslerinden giriş sınavlarına kadar bir dolu bilinmezi olan üç parçalı bir eğitimi düşünmekse akıllara ziyan!

Öte yandan, 9 yaşındaki bir çocuğun alan, yön seçmesi ne kadar mümkündür sorusunun yanında, ne kadar doğrudur ve ne kadar işe yarar soruları da  var!

Mesleki liselerden mezun olanların doğru dürüst iş bulamadıkları, çoğunun yüksek öğrenime devam etmek istediği bir ülke burası; çocuklar bu seçimi  9 yaşında yaptıklarında mı meslek eğitiminde başarı, işgücünde kalite, insan da memnuniyet sağlanacak? Gülmek mi, ağlamak mı lazım, bilemedim!

Eğitimin kademelere bölünmesi kız çocuklar için de büyük bir tehlikeyi haber veriyor. İlk dört yıldan sonra eve mi dönerler, din eğitimine mi yönelirler, yoksa biçki dikiş derslerini mi alırlar; artık bilinmez. Ama bilinen bu eğitimin, son yıllarda büyük çabayla sağlanan kız çocukların okullaşmasına bir darbe indireceği. Dindar neslin anasının dindarlaşması tez elden böyle sağlanacak diye düşünmek de mümkün!

TEPAV, sakıncaları bir yana, eğitim sisteminde değişiklik getiren bu tasarının mali sonuçlarını ele alan teknik bir çalışma yapmış; çıkan sonuçlar ilginç değil, tasarının ne kadar boş olduğunu göstermesi açısından ürkütücü!

Ortaya konulan veriler ilk öğretimde derslik başına 31öğrencinin düştüğünü, - OECD ortalaması 21- eğitimi seviyesini ölçen kıyaslamalarda Türkiye’nin çok aşağılarda kaldığını ortaya koyduğuna göre,  eğitimde birinci önceliğin kalite olması gerektiği ortada.; Rapor da bunu söylüyor.  Peki, 12 yıla ulaşan eğitimde derslik ve öğretmen başına düşen öğrenci sayısı nasıl düşürülecek, eğitim kalitesi nasıl arttırılacak? Bunların yanıtı yok; öyleyse bugünkü kalitenin(!) bile aranacağı günlere geleceğiz demektir 

Örneğin, artan öğrenci ve sınıf sayısı, artan öğretmen ihtiyacı ve bir de kaliteyi arttırmaya yönelik yatırımlar düşünüldüğünde 12 yıllık bir eğitimin maliyeti 2012-2013 yılı içini 36. 6 milyar TL, yani MEB’nın genel bütçeden aldığı 38 TL’lik payın yüzde 96’sına denk gelmekte. İyi mi?

Dahası, bu 12 yılın müfredatının ne olacağı, seçmeli derslerin nasıl oluşturulacağı, öğretmenlerin bu mesleki derslere nasıl yetiştirileceği vs. de bilinemiyor.

Buna mı reform diyeceğiz?