Reha Mağden; gerçekten de öyle miydi; hiç önemli değil; benim için hep gevrek bir ses: Taze, genç, net.

‘Lise son’da talebem olmuştu, Yenişehir Koleji’nde. O sınıftan hatırladığım, bir de Yasemin Kumral var; daha o zamanlar tanınır olmuştu; derste örgü ördüğünü hatırlıyorum –ve, sonradan yakıştırma değil; yününün rengi açık yeşil.

Hacettepe’de okurken de hep uğradı yanıma; Emek 4. Cadde’de bir birahane vardı; Cafer’in; orada da buluştuğumuz olurdu; bir de arabamı daha yeni almıştım (-70’lerin sonunda 56 model bir Mercedes 219); Çiftlik’e doğru bir gidip gelmiştik, yağmurlu bir günde, EGO’nun duraklarında oturup sohbet etmiştik, ikimizin elinde de birer ‘cep kanyağı’.

Daha sonra, Ankara’dan ayrıldı; -‘uzun yıllar’ değil; zira, yılın kısasıyla uzunu arasında sadece 1 gün fark olur, o da 4 yılda bir- yıllar boyu görüşemedik. Sonra, bir gün bir telefon, “Hocam, ben Reha”: ‘VS…’yi çıkartacakmış: İlk ‘VS…’nin ömrü uzun olmadı; ama, o sayede bir sürü güzel insanla ‘mecmua’daş oldum; bir tek Roni Margulies’e yanıyorum; sonu böyle olmamalıydı…: Bir süre önce, Bozcaada tren istasyonuna şef olmak istediğini yazıyordu; oysa, Bozcaada’da tren yok.

BirGün çıkacakken de aradı: “Yazarlara para da verilecek” gibisinden bir laf etti. Oysa ben hayatımı zaten kazanıyordum; gazetecilikten, yazarlıktan değil, hocalıktan: Ayıp etmişti, kızdım. Bir ki satır bir şeyler yazıp birazcık –belki- bir işe yaramak, benim için hem bir fırsat, hem de şerefti.

BirGün, benim için, hep biraz da Reha oldu. İki kere darıldım BirGün’e; ilki bir-iki ay sürdü; ikincisi ise tam dört yıl: Yazımı yetiştiremediğim veya gönderemediğim zaman, resmimi koyup altına da “yazarımızın yazısını şu ya da bu sebeple bugün yayınlıyamıyoruz” gibisinden bir şeyler yazmalarını bekliyordum, sonra da talep ettim açıkça; ama, yapmadılar: Beni, demek ki ‘yazarımız’ olarak görmüyorlardı.

Neyse, 12 Eylül referandumu öncesi Akşam’dan sevgili Özlem Çelik benimle bir röportaj yaptı, bizim gazete de hemen aynı gün iktibas etti; sonra da sevgili Selçuk (Candansayar), “gel abi, sen yine bizde yaz” dedi, ki canıma minnetti ve de işte yazıyoruz 11 Eylül 2010’daki ‘Asker vesayetinden lumpen velayetine’ dememizden bu yana.

BirGün’le alakalı birkaç ‘gönül spotu’m var; onları da nakledip bitireyim bu yazıyı: Mehmet Metiner de ilk çıktığımızda bizde yazıyordu ve Erbil Tuşalp bayağı bir yüklenmişti birkaç yazısında adama. Ben de üzülüp, müslümanın da solda/sosyalist olabileceğine dair bir iki yazı yazmıştım: O yazılarımın hala arkasındayım; ama, nükleer ölüm jeneratörünü kubbeli bina altında Osmanlı-Türk mimarisi ayağına kakalamaya kalkan ‘allahsız’ları Müslüman sanmış olmak bana bayağı bir koyuyor. Bir de Hakan Aksay’ın veda yazısı var ki, oradaki eleştirileri bence çok önemli ve bana şu olayı hatırlatıyor: Bir akşam üstü, 35 yaşlarında bir genç adam, bizim bakkaldan BirGün istedi; bayağı sevinip, dedim “Çarşamba günleri Kadir diye de bir herif yazıyor bu gazetede, hiç okudun mu?”. Cevap, iftihar dolu olduğu ölçüde çok kötüydü; beni yeise boğdu ve bir süre yazmamamda etkili oldu: “Ben aktif bir partiliyim; öyle Kadirdi madirdi bilmem; ama her gün gazeteyi alırım, hatta bazen 2-3 tane”. Son olarak ise Süreyya Evren olayı var; kendisiyle tanışmışlığım yok, ayrıca ne oldu ne bitti tam da bilmiyorum. İlk yazısı benimkiyle aynı gün çıkmış 2005’te ve hep yazdı bizim gazetede; son yazısında söylediklerine, bugün artık kendisinin bile katılmayacağından eminim; ancak mevzu o değil; onca yıl sonra artık aramızda yazmaması.