Okur dostlarımız bilir, bu köşede ‘rejim’ kavramı iktidarı tarif etmek için sıkça kullanılır, iktidar partisinin sıradan bir parti olmadığı, bir rejim tahayyülüne sahip olduğu ve bu tahayyül doğrultusunda hareket ettiği sıkça vurgulanır. Buradan hareketle ve buna ek olarak, sıkça vurgulanan başka bir şey de şudur: Türkiye’de yaşanan dönüşüm ancak ‘rejim değişikliği’ üzerinden anlaşılabilir; rejim değişikliği ise basitçe, parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçiş olarak ele alınamaz, birbirinden ayrıştırılması mümkün olmayan şu üçlüye, yani dinselleşmeye, piyasacılığa ve otoriterleşmeye odaklanılması gerekir.


Son zamanlarda hem içeride hem dışarıda “rejim” kavramının kullanımında bir yaygınlık gözlemliyoruz, içeride ve dışarıda iktidardan “rejim” şeklinde söz etmeye doğru bir eğilim şekilleniyor, bunu ise bir paradigma değişikliği olarak not etmek gerekiyor. Çünkü bir siyasal iktidardan, pejoratif (kötüleyici, aşağılayıcı) bir şekilde “rejim” kodlamasıyla söz edilmeye başlanmışsa orada yeni bir şeyler var demektir.

Peki nedir “yeni” olan o şey? Özetle şudur: Birincisi, kendilerinden “rejim” diye söz edilen iktidarlar, dolaylı ya da doğrudan, otoriterlikle, despotizmle, diktatoryal yönelimlerle itham ediliyorlardır aslında. İkincisi, eğer “rejim “kodlaması varsa, o rejimin değiştirilmesi, rejimin devrilmesi, rejim muhalifliği/karşıtlığı da masada demektir. Ve üçüncüsü, eğer karşıda bir “rejim” varsa, bu kaçınılmaz olarak siyasal karar alma süreçlerini ve siyasal pozisyonları-tutumları-davranışları belirler.

Alman devlet ricalinin son günlerde yaptığı açıklamalar, AB’nin açıklamaları, Avrupa Parlamentosu’nun kararı, ekonomik, mali ve siyasi yaptırımlardan söz edilmesi, uluslararası kamuoyundan yükselen tepkiler, OHAL’in ve siyasi davaların daha yakından takip edilir hale gelmesi… Bunların hepsi sözünü ettiğimiz “rejim” perspektifli bakışın somutlaşması, elle tutulur, gözle görülür hale gelmesi olarak okunabilir. Batıda, “rejim” kodlaması üzerinden hareket edilmeye başlanmıştır ve yukarıda da söylediğim üzere bu, “rejimin devrilmesi” tartışmalarını da kaçınılmaz olarak beraberinde getirecektir.

İçeride ise, uzunca bir süre ortada bir rejim değişikliği yokmuş gibi hareket etmiş olan CHP’nin artık bundan vazgeçtiği ve vurguyu giderek “rejim”e kaydırdığı, üstelik bunu Batıya ve uluslararası kamuoyuna duyurmak istediği görülmektedir. Adalet Yürüyüşü esnasında Kılıçdaroğlu’nun yaptığı “Bütün dünya duysun, biz bir dikta yönetimiyle karşı karşıyayız” açıklaması da, bu hafta partisinin grup toplantısında Avrupa Birliği’ne seslenerek “Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik, hukuk devletidir. Türkiye Cumhuriyeti AKP’den ibaret değildir” demesi de, sözünü ettiğim yeni yönelimin birer örneği olarak değerlendirilebilir.

Güzel, demek ki içeride ve dışarıda yeni bir konsensüs ortaya çıkmaktadır: “Türkiye’de bir rejim vardır ve bu rejimin devrilmesi/değiştirilmesi gerekmektedir.” Gidişatın, trendin, yönelimin buraya doğru olduğunu söyleyebiliriz. Bu ise ana hatlarıyla şuna tekabül etmektedir: Sarayın ve mukiminin siyasi denklemin dışına çıkarılması, parlamenter rejime dönüş, bir tür “demokratikleşme” hamlesi, düzenin uluslararası çıpaları olan ABD, AB ve NATO ile ilişkilerin yeniden “sağlıklı” bir zemine çekilmesi, emperyalist merkezlerle yıpranan ilişkilerin yeniden tesisi ve hem yerli hem uluslararası sermayenin rahatsızlık duyduğu icraatlardan vazgeçilmesi…

Ana hatlarını böyle tarif edebileceğimiz bu plan ve etrafında oluşan konsensüsün bileşenleri, yani “rejim karşıtları” kimlerdir peki? Burada ABD, AB, Almanya, CHP yönetimi, liberaller, muhalif ülkücüler ve elbette ki Cemaat vardır, bu illa aralarında organik bir bağlantı ya da bir hiyerarşi olduğu anlamına gelmez elbette, ortak payda “rejim” ve “rejim karşıtlığı”dır ve orada buluşulmaktadır.

Peki ya biz? Biz bu sürecin neresindeyiz, ‘rejim’ ve ‘rejim karşıtlığı’ okuması bize yeter mi, sol bu ikisi adına yukarıda sıraladıklarımla omuz omuza verir mi, buraya yedeklenir mi?

Bu sorunun yanıtı “hayır”dır elbette ve niye öyle olduğu da bellidir. Bizim açımızdan rejim, basitçe otoriterleşmeyi tarif etmek için kullanılan bir kavram değildir, içerisinde piyasacılık ve gericilik de vardır. Dolayısıyla bizim rejim karşıtlığımızı belirleyen şey, sadece anti-otoritarizm değildir, biz despotizme karşı olduğumuz kadar, neo-liberal politikalara ve dinselleştirme politikalarına da karşıyız, bunları birbirinden ayrıştırılamaz görüyoruz ve bizi bu son ikisini umursamayan yukarıdaki toplamdan ayıran da zaten bu. Dahası biz bu rejimin anti-emperyalist falan olmadığını da biliyor ve hem ABD/NATO ile hem de AB/Almanya ile olan bağımlılık ilişkilerini de, yani emperyalizmin kendisini de sorguluyoruz; rejime anti-emperyalizm atfetmediğimiz gibi, emperyalizmin planlarının bir parçası olmayı da reddediyoruz.

O halde şöyle bitirelim yazıyı: Rejim karşıtlığı mı, eyvallah ama meseleyi sadece bir yerinden tutarak, bir kişi üzerinden okuyarak değil; despotizmle, gericilik ve piyasacılık arasındaki ilişkiyi de görerek ve en önemlisi, bunu emperyalizm bağlamına oturtarak. Bizim, yani solun rejim karşıtlığının parametreleri de kırmızıçizgileri de bunlardır ve o halde siyasi hattımızı, söylem ve eylemimizle kuracağımız yer de doğal olarak burasıdır.