Ülke, kendine özgü bir siyasal rejim ve onun sonucu olan çok ağır bir ekonomik bunalım yaşıyor. Ayrıca, böyle bir ortamda yeni bir seçime doğru gidiliyor. Ancak, rejimin gerçek niteliği, özellikle muhalefet tarafından yeterince sergilenmiyor. Muhalefet, uzunca bir süredir, içeriği bir türlü netleştirilemeyen Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem (GPS) ve son aylarda da kimin başkan adayı olacağı noktalarında tam anlamıyla bocalıyor.

Oysa, şurası bir gerçektir ki, rejimin gerçek niteliği yeterince netleştirilip sergilenmedikçe ve bu nitelik topluma mal edilmedikçe seçim kazanılamaz; dahası, seçim kazanılsa bile iyice yerleşmiş olan kurulu düzen veri alınır, değiştirilemez.


Rejimi nedeniyle ekonomisi de iyice rayından çıkan Türkiye, açıkça görülüyor ki, sonu belirsiz bir büyük bir yıkım olasılığıyla karşı karşıyadır.
Bu uğursuz gidişin nedenlerinin başında ülkenin, temel insan haklarından uzaklaştırılması geliyor.

İNSAN HAKLARININ TEMELİ

Bir siyasal rejimin gerçek niteliğini gösteren birden çok etken sayılabilir. Ancak bunların içinde insan haklarının ayrı bir yeri vardır; insan haklarına bakışı, bir rejimin gerçek röntgenidir. Bu kural, kuşkusuz Türkiye için de geçerlidir.

Diğer taraftan, insanlık tarihi, önemli bir yönüyle insan hakları tarihidir denilebilir. Bununla birlikte insan haklarının ‘ulusların ortak değeri’ olmasının tarihi çok eskilere gitmiyor. Bu açıdan bundan yalnızca 73 yıl önce, 10 Aralık 1948’de yayımlanan Birleşmiş Milletlerin “İnsan Hakları Bildirisi’nin bir ilk olmanın ötesinde, ayrı bir yeri ve önemi vardır. Öncelikle Bildiri, II. Dünya Savaşı’nda Faşizmin yenilgiye uğratılması sonrasının ürünüdür. Bu nedenle, Bildiri, “dört temel özgürlüğü”, düşünce, inanç, korkudan kurtulma ve istek ya da istekte bulunma özgürlüklerini esas alır.

Türkiye, zamanın CHP iktidarında, Cumhuriyet’in oluşturduğu hukuk devletinin ve güçlü kurumsal yapısının bir sonucu olarak, uluslararası düzeyde oluşan insan haklarının belgelenmesi sürecine etkin biçimde katılan ve sayıları yalnızca 48 olan ülkelerden biridir. Eklemekte çok yarar var. Aynı Türkiye, yine o hukuksal yapısının bir sonucu olarak 1950 sonrasında, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi-AİHS ve o hakların korunmasının organı olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi-AİHM süreçlerinde yer aldı.

Bu yıl ülkemizde 10 Aralık Dünya İnsan Hakları günü, önemine uygun bir anmaya konu olmadı. Ülkenin içinde bulunduğu koşullarda, özellikle bu yıl insan haklarını çok daha güçlü bir biçimde sahiplenmesi gereken tüm kesimler çok büyük ölçüde sessiz kaldı.

REJİMİN İNSAN HAKLARINA BAKIŞI

Bu yıl o genel suskunluk ortamında, yalnızca Başkan Erdoğan, insan haklarına yeni bir boyut kazandırdı. 10 Aralık Cuma Dünya İnsan Hakları günü Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen İslam Ülkeleri Parlamento Konferansı’nda konuşan Başkan Erdoğan şöyle dedi:

“Rabbimiz Kuran’ı Kerim’de ‘Muhakkak ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle deneriz. Sabredenleri müjdele’ bu şekilde buyurmaktadır.”

Bu sözlerin dini yönden yorumu konunun uzmanlarının işidir. Ancak, bunların bu dünya tarafının ne anlama geldiği de hepimizi çok yakından ilgilendiriyor. Eklemekte yarar var, Başkan Erdoğan, hemen her konuyu İslam’a göre yorumlama yaklaşımını artırarak devam ettiriyor. Bunun en somut örneği, TCMB’nin faiz oranlarını, geçtiğimiz günlerde iki puan, bu hafta da bir puan düşürülmesini Kur’an’ın Nas Suresi’ne dayandırmasıdır. Ekonomiyi allak bullak ederek insanların günlük yaşamını bilinmezliğe iten faiz kararlarının yanında, faize göre çok daha soyut olan insan hakları kavramına dinsel bir içerik verilmesinin bilincine varılamıyor.

Başkan Erdoğan, yukarıdaki sözleriyle insan haklarını da faize benzer bir bakışla ele alıyor.

İçinde “korku, açlık, mal, can ve ürün kayıpları” bulunan ve böyle durumlarla karşılaşıldığında “sabırlı” olunmasının öbür dünya için “müjdesini” veren bu sözler, eğer doğru yorumlanırsa, rejimin, insan hakları anlayışının altyapısı olma özelliği taşıyor.

KORKUDAN KURTULMANIN ÖNEMİ

Çağımızın insan haklarının temeli olan “korkudan kurtulma özgürlüğü” burada tamamıyla buharlaşıyor. Eğer oluşumu süreci göz önünde tutulursa, bu sözlerde müjde ile karışık bir biçimde sevimli kılınan korku, gerçekte, bu ülkenin rejimin temelidir. Bakınız, bugünlerde geçmiş açıklamalarını yeniden videoya döken Sedat Peker, önce, 1 Kasım 2015 seçimleri öncesinde yaptığı ünlü “kan akıtacağız” vurgulu Rize mitinginde, sonra da bu rejimin gerçek temellerinin atıldığı 16 Nisan 2017 Anayasa halkoylaması öncesinde “evet oyu” verilmesi çağrısı yaptığı Üsküdar mitinginde, toplumda yeterince korku yaratmıştı.

Şimdilerde ülkede yoksulluk ve açlık korkusu kol geziyor. İşsizlik korkusu iliklere işliyor; en temel gıda ürünleri ya ateş pahasına ya da bulunamıyor. Malların yabancılara satışı ve birçok sektörde üretim düşüşleri devam ediyor. Zamansız can kayıplarının bir türlü sonu gelmiyor. Tüm dikkatlerin dolar, zam, faiz ve asgari ücret tartışmalarında yoğunlaştırıldığı bir ortamda, Başkan Erdoğan’ın sözleri gerçek oluyor.

Başkan Erdoğan’ın toplumun en azından geniş kesimi için öngördüğü insan haklarının da, tüm diğer dinsel yaklaşımları gibi, çok büyük ölçüde eleştiri üstü tutulması, rejimin gerçek niteliğinin özetidir.

ŞİMDİ ELEŞTİRMEZSENİZ SONRA DOKUNAMAZSINIZ

Ana akım muhalefet, daha doğrusu iktidara geleceği umulan muhalefet, Başkan Erdoğan’ın İslam içerikli sözlerini ve girişimlerini, kural olarak, eleştirmez; bundan kaçınır. Muhalefet bu 10 Aralık’ta da, her zaman yaptığını yaptı; bu sözlere, üstelik Bütçe görüşmeleri sırasında, hemen hiçbir tepki göstermedi.

Böylelikle rejimin giderek açıklık kazanan ve tüm kurumlarında yerleşmekte olan Siyasal İslamcı niteliği görmezlikten geliniyor ya da dokunulmaz kılınıyor. Kuraldır, eğer bugün eleştiremezseniz, yarın veri almak zorundasınız; dokunamazsınız. Nedeni, ister oy kaygısı olsun, istenirse başka bir şey, rejimin bu gidişine karşı çıkamayan muhalefet, aslında, bu yıkıma doğru hızlı gidişe ortak oluyor; böylece, kendisinin de ülkenin de geleceğini karartıyor.

Koşullar ne olursa olsun, başta korkudan kurtulmak olmak üzere, tüm temel insan hak ve özgürlüklerine olabildiğince güçlü bir biçimde sahip çıkılması gerekiyor.