“Ekonominin rekabet gücünü artırmak…” Bu, Orta Vadeli Program’daki ana hedeflerden biridir.

“Ekonominin rekabet gücünü artırmak…” Bu, Orta Vadeli Program’daki ana hedeflerden biridir.

Rekabet gücü… Kısaca açıklarsak, ürünlerimizi rakiplerimizden daha ucuza pazarlayabilmek..

Dikkat edilirse, rekabet gücü kavramı, “ucuza üreten ve pazarlayan satar” ilkesinden ibarettir. Bu basit ilkeyi Adam Smith uluslararası ticarete taşıdı. Dış pazarlarda ihracatçıların üstünlüğünü, iç pazarda yerli üretimin ithalata karşı ayakta durabilmesini, maliyet ve fiyat düzeylerindeki farklılaşmaların belirleyeceğini ileri sürdü. Uluslararası uzmanlaşma da böyle belirlenmiş olur. İktisat yazınında buna mutlak üstünlükler yaklaşımı denir.

Buna karşılık Ricardo, uluslararası uzmanlaşmanın mutlak üstünlükler (yani “ucuza üreten ihraç eder”) ilkesine göre değil, göreli veya karşılaştırmalı üstünlüklere dayanarak biçimlenmesi gerektiğini savunmuştu. Bu üstada göre İngiltere hem şarabı, hem de kumaşı Portekiz’den daha ucuza (daha az emek girdisiyle) üretiyor olsa bile, şarapta uzmanlaşmanın Portekiz’e bırakılması daha uygundur. Zira, iki ülkede şarap maliyetleri arasındaki fark (kumaşa göre) daha azdır. Bu ilke izlenirse ve İngiltere şarap üretimine ayırdığı işgücünü tamamen kumaşa kaydırırsa, her iki ülkenin toplam şarap ve kumaş üretimleri artacaktır. Uluslararası uzmanlaşma bu ilkeye göre düzenlenirse, dünya refahı da artacaktır.

Ricardo, bir politika reçetesi veriyor; “böylesi daha iyi olur” diyor. Adam Smith ise, var olan durumu açıklıyor; one göre “işler böyle yürüyor”… Yıllar boyunca liberal reçeteleri savunan iktisatçılar, Dünya Bankası, IMF, DTÖ, “Güney ülkeleri”ni yönetenlere Ricardo’nun reçetesini telkin ettiler: “İthal kotalarını kaldırın; gümrük vergilerini sıfıra yaklaştırın; ihracatta teşviklere son verin; dış ticareti uluslararası piyasanın işleyişine teslim edin; doğal koşulların veya bugünkü kaynaklarınızın sizi avantajlı kıldığı ürünlerde kendiliğinizden uzmanlaşacaksınız; sonuç herkesin yararına olacak…”

“Güneyliler” bu reçetelere ayak uydurdular. İthalatı serbestleştirdiler. Ve Ricardo’nun öngörüsünün hayata geçmesini beklediler.

Sonuç? Önce tarım ürünleri ticaretine bakalım. Batı Afrikalıların pamukta, Haitililerin pirinçte, Meksikalıların mısırda ABD karşısında göreli üstünlükleri vardı. Buna güvenerek tarımsal ithalatı serbest bıraktılar. Ne oldu? Amerika pamuğu, pirinci, mısırı bu ülkelerdeki üretim maliyeti altındaki fiyatlarla ihraç etmeye başladı. Batı Afrika’nın pamuk üreticileri isyan ettiler; isyanlarını DTÖ’ye taşıdılar. Haiti’de pirinç üretimi çöktükten sonra ithal fiyatları arttı ve açlık yaygınlaştı. Meksika’da mısır çiftçileri bunalıma sürüklendiler.

Ricardo’nun önerisine göre nitelikli işgücünde, AR-GE’de, sermaye ve bilgi birikiminde göreli olarak üstün olan Amerikalıların pirince, mısıra, pamuğa bağladığı kaynakları ilaç, jet motoru, optik ürünleri, bilgisayar güdümlü füze, uzay araçları gibi alanlara kaydırmaları gerekirdi. Öyle yapmadılar; hem onları, hem de bunları üretmeye ve ihraç etmeye devam ettiler. Zira, uluslararası ticaret, Ricardo’ya değil, Adam Smith’in ilkesine göre işliyordu: “Ucuza üreten ve pazarlayan satar; ihraç eder…”

Üstelik pamuk, pirinç ve mısır üretimini daha ucuza üretmeseler bile, daha ucuza pazarlayabiliyorlardı. Zira, çiftçilerine verdikleri astronomik açık/örtülü sübvansiyonlar ve tarım ticaretinde uzmanlaşmış dev şirketlerin pazar gücü, ihraç fiyatlarını, gariban Güneyli köylülerin üretim maliyetinin altında tutabiliyordu. Esasen, Ricardo modelini Güneyli yöneticilere telkin eden kurumlar, metropol devletlerinin denetimi altındaydı. Amerikalılar ve Avrupalılar IMF ve Dünya Bankası reçetelerine asla muhatap olmadılar.

***

Sanayide işler biraz farklı seyretti. Güneylilerin bir bölümü, dış ticarette serbestleşmeye ayak sürüyerek, gecikerek geçtiler. Uzun yıllar koruma duvarları arkasında, “ithal ikameci” politikalarla oluşurdukları sanayi kollarını, “rekabetçi” döviz kurlarıyla, teşviklerle, ek kaynak pompalayarak ihracata yönlendirdiler. Bu yönelişin ustaları (başta G. Kore ve Çin) Doğu Asya’dadır. Türkiye de Özal’ın öncelik verdiği gerçekçi (rekabetçi) döviz kuru ve ihraç teşvikleri ikilisini kullanarak sanayi ürünleri ihracatında büyük sıçramalar gerçekleştirdi.

Böylece uluslararası uzmanlaşmada çevre ekonomileri de sanayi ürünü ihracatçısı olarak yer almaya başladılar. Ancak, bu gelişim de Ricardo’nun değil, Adam Smith’in “ucuza üreten ve pazarlayan satar” ilkesine (“rekabet gücü”ne) dayanarak gerçekleşti.

Rekabet gücü üç öğeden oluşur: Emek verimi, dövizin reel fiyatı ve reel işgücü maliyeti (ücretler)… İlk iki öğe yükseldikçe ve reel ücretler düştükçe ulusal üretimin iç ve dış piyasalarda rekabet gücü artmış olur. Dövizin reel olarak pahalılaşmasına (yerli paranın devalüasyonuna), iktisatçılar “komşunu yoksullaştır” politikası derler. Reel ücretleri aşağıya çekerek rekabet gücünü ilerletmeye de “işçini yoksullaştır” seçeneği diyebiliriz. Son tahlilde en belirleyici etken, rekabete açılan (ihracatta başarı arayan veya rakip ithalata karşı ayakta kalması istenen) üretim kolundaki emek veriminin düzeyi ve artış hızıdır.

Metropol sermayesi ve devletleri bu yeni ortamı üç doğrultuda denetlemeye çalıştılar. Birinci olarak, rekabet gücü hızla yükselen çevre ekonomilerine doğrudan yatırım yaptılar ve böylece metropole dönük ihracattan sağlanan kârları sahiplendiler.

İkincisi, 1990’lı yıllardan itibaren çevre ekonomilerinin büyük çoğunluğunda sermaye hareketlerinin serbestleşmesini (IMF, Dünya Bankası progamları ve ikili anlaşmalar yoluyla) sağladılar. Bu ekonomilere yönelen yüksek boyutlu sermaye, döviz fiyatlarını hızla ucuzlattı; rekabet gücünü aşındırdı.

Üçüncü olarak da, spekülatif, sıcak sermaye hareketlerini denetleyerek; bazen yüksek rezerv biriktirerek döviz fiyatlarını rekabetçi düzeyde tutabilen (Çin gibi) ekonomileri baskı altında tutmaya çalıştılar: “Döviz kuruyla oynayıp korumacılık yapamazsınız; doların, avro’nun fiyatlarını piyasaya, dalgalanmaya birakın.” Bu çağrılar şimdiye kadar fazla umursanmadı.

***

Kısacası, uluslararası ticarette sektörler, üretim kolları arasında uzmanlaşma; kimin kime ticaret fazlası vereceği, serbest ticaretçilerin yücelttiği Ricardo’nun reçetesine göre oluşmuyor. Adam Smith’in “mutlak üstünlük doktrini”, yani “ucuza üreten ve pazarlayan satar” ilkesi; farklı bir ifadeyle rekabet gücü egemendir.

Bu ilke Türkiye’de ne gibi sonuçlar verdi; veriyor? Tartışacağız…