Berat Albayrak bu aralar, “Türk Lirası’nın rekabetçi olmasıyla” övünüyor. “Madem liranın değer kaybı bu kadar matah bir şeydi o zaman kuru tutmak için bunca döviz rezervini neden yaktınız?” sorusunu şimdilik bir yana bırakalım. Peki, “Bir ülkenin parasının değer kaybetmesi gerçekten o ekonominin rekabet gücünü artırır mı?”

Rekabetçi kur cari açığa çare olur mu?

İsterseniz bugün geçen hafta açıklanan işsizlik ve cari açık verilerini değerlendirelim. Bir de Berat Albayrak’ın “rekabetçi kur” masalını masaya yatıralım.

10 MADDEDE İŞSİZLİK

1- Artık hiç kimsenin itibar etmediği Mayıs-Haziran-Temmuz aylarını kapsayan manşet işsizlik oranı yüzde 13,4 olarak açıklandı. TÜİK’in mevsim etkisinden arındırılmış işsizlik oranı ise yüzde 14,3. Verilerin doğruluğuna ister inanalım ister inanmayalım bu oranlar bile başlı başına bir sosyal felakete işaret ediyor.

2- Nüfus bir yıl öncesine göre demografik trendlerden bekleneceği gibi 1 milyon 99 bin artarken, işgücü 2 milyon 134 bin azalıyor. Böylelikle çalışma isteği göstermeyenlerin sayısı tam 3 milyon 234 bin sıçrıyor. Belli ki yurttaşlarımız iş bulmaktan umutlarını, kendilerine güvenlerini yitirmişler, artık iş arama girişiminde bile bulunmuyorlar.

3- Bu durumda çalışacak yaştaki her 100 kişiden yarısı bile işgücüne katılmıyor. İşsizleri de düşünce 100 kişiden ancak 42,3’ünün çalışır göründüğü bir tablo ortaya çıkıyor.

4- Kısa çalışma ödeneği kapsamındaki 3 milyon 579 bin ve nakdi ücret programından yararlanan 1 milyon 901 bin kişiyi çıkarınca fiilen işbaşı yapanların sayısı 21 milyon 51 bine düşüyor. Bu da her 100 kişiden sadece 33,6’sının mesai yaptığını gösteriyor.

5- İş aramadığı halde çalışmaya razı olduğunu belirten 4 milyon 575 bin insanımızı dâhil edince geniş tanımlı işgücü 35 milyon 208 bine çıkıyor. 21 milyon 51 bin kişi fiilen çalıştığı için, yüzde 59,8’in istihdamda yüzde 40,2’nin bir anlamda işsiz olduğu bir görünüm söz konusu oluyor.

6- İşsizliğin toplumsal cinsiyet boyutuna gelince; her 100 kadından sadece 30,8’i çalışma isteği gösterirken, kadınlarda yüzde 14,5’le daha yüksek seyreden işsizleri çıkarınca yüzde 26,3 gibi bir istihdam oranı çıkıyor. Yani her 4 kadının 3’ü çeşitli nedenlerle çalışma olanağı bulamıyor. Genç kadınlarda ise istihdam oranı daha da düşük 6’da 1’dir.

7- Gençlerde işsizlik oranı yüzde 26,1 iken, her 100 gençten 28,2’sinin çalıştığı gerçeği ortada duruyor.

8- Ne eğitimde ne istihdamda olanların oranı yüzde 29,3’tür. Bu istatistik OECD ülkeleri arasında en yüksek yüzdeye işaret ediyor; çalışmadığı için bugünü olmayan, eğitim süreçlerinde bilgi ve becerilerini geliştireme olanağı bulamadığı için yarına da umutla bakamayacak “kayıp” gençliğin yüksekliğini hatırlatıyor.

9- TÜİK’in resmi işsiz sayısı 4 milyon 101 bin kişidir. İşsizlik ödeneğinden yararlananlar ise 811 bin kişiyle sınırlıdır. Bu yüzde 20’nin bile altında irkiltici bir orandır.

10- Sosyal Koruma Kalkanı’ndan ağustos sonuna kadar 33,8 milyar lira ödeme yapıldığı bildiriliyor. Bu en son 4482 milyar lira olarak açıklanan GSYH’nin yüzde 0,75’ine, tüm G-20 ülkelerinin de en düşük oranına denk geliyor.

Haliyle Saray’ın ekonomi yönetiminden haklı ve meşru tüm taleplerin karşılanmasını beklemiyoruz. Ancak en arzından ayda bin 569 lira gibi komik düzeydeki nakdi ücret desteğinin asgari ücrete eşitlenmesinin ve ailelere yapılan bin lira sosyal desteğin her ay düzenli biçimde ödenmesinin bütçeyi de fazla örselemeyeceğini hatırlatıyoruz.

CARİ AÇIK SİNYAL VERİYOR

Geçtiğimiz hafta açıklanan Ödemeler Dengesi İstatistikleri 2020’nin Ocak-Temmuz arasını kapsayan yılın ilk 7 ayında 21 milyar 629 milyon dolar cari açık verildiğini gösteriyor. Bu cari açığın finansmanına katkıda bulunmak bir yana finans hesabı da fonlama olanaklarının 4 milyar 644 milyon dolar daraldığına işaret ediyor. Kaynağı açıklanamayan sermaye hareketlerini gösteren net hata ve noksan kalemi de 5 milyar 110 milyar dolar çıkış gerçekleştiğini söylüyor. Bu rakamları alt alta toplayıp sermaye hesabındaki 18 milyon dolar eksi bakiyeyi de katarsanız, Merkez Bankası rezervlerindeki 31 milyar 401 milyar dolar düşüş istatistiğine ulaşırsınız. Demek ki mayıs ayında Merkez Bankası’nın net yükümlülüklerine dahil edilen Katar’la yapılan swap anlaşmasından gelen 10 milyar dolar olamasaydı rezerv kaybı 40 milyar doları bile geçecekti.

İlk 7 ayda en dikkat çeken noktalar: İhracat bu dönemde 15,9 milyar dolar düşerken, ithalat sadece 5 milyar dolarlık azalma göstermiş. Aynı şekilde, büyük ölçüde turizm ve taşımacılık kaynaklı hizmet gelirleri 14,8 milyar dolar azalırken, hizmet harcamaları sadece 755 milyon dolar gerilemiş. Ayrıca hisse senetlerinden 4 milyar 437 milyon dolar, borç senetlerinden 9 milyar 709 milyon dolar olmak üzere portföy yatırımlarından 14,1 milyar dolar çıkış gözlemlenmiş.

Cari açığın giderek endişe verici bir noktaya sürüklenmesinin Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ı da panikletmesi dikkat çekiyor. Görüldüğü kadarıyla ödemeler dengesinin kötü gidişatı, Bakanın TL’nin değer kaybından medet ummasına yol açıyor. Gelin şimdi kur hareketleriyle ödemeler dengesini düzeltmenin sanıldığı kadar kolay olmadığı üzerinde duralım.

REKABETÇİ KUR MASALI

Berat Albayrak bu aralar, “Türk lirasının rekabetçi olmasıyla” övünüyor. “Madem liranın değer kaybı bu kadar matah bir şeydi o zaman kuru tutmak için bunca döviz rezervini neden yaktınız?” sorusunu şimdilik bir yana bırakalım. “Bir ülkenin parasının değer kaybetmesi gerçekten o ekonominin rekabet gücünü arttırır mı?” konusuna odaklanalım.

Öncelikle Ağustos ayı sonu itibarıyla TÜFE bazlı reel efektif döviz kurunun 2003 yılı 100 kabul edilmek üzere 63,71’e kadar indiğini hatırlatalım. Bu düzey bir tek rahip Brunson krizi sırasında 2018 Ağustos’unda kur şoku yaşanırken görülen 62,58’in az üzerinde. Gerçekten de o dönemde liradaki değer kaybının ardından ihracatta bir kıpırdanma görülmüştü. Ancak o konjonktürde dünyada bugünkü gibi Covid-19 kaynaklı bir kriz, buna bağlı yaygın bir talep daralması yoktu. O nedenle yurtiçi üretimi daha yüksek bir oranda ihracata kaydırmak olanaklıydı.

Peki, yerel paranın değer yitirmesi neden otomatikman ödemeler dengesini düzeltmez? Birincisi, ihracatınız büyük oranda yabancı paralar cinsinden olduğu için (Türkiye örneğinde ihracatın yüzde 92,3’ü dolar ve avro cinsinden) ürünlerinizin döviz cinsinden fiyatı değişmez. Hatta başta işçilik, dolar cinsinden maliyetlerinizin düştüğünü fark eden ithalatçılar fiyatı kırmanızı isteyebilirler. Veya siz satış hacmini artırmak için ıskonto yaparsanız, bu durumda döviz gelirleri aynı ölçüde artmaz.

İkincisi, Türkiye’nin ihracatı büyük ölçüde imalat sanayi ürünlerine dayanıyor. İhracatta ağırlıklı otomotiv (yüzde 30,6) ve elektronik (yüzde 11,2) gibi sektörlerin geri bağlantıları güçlüdür. Yani küresel tedarik zincirleri içerisinde ithal girdi oranları yüksektir. Türk lirasının değer yitirmesi maliyetleri de yukarı çeker. Hatta ilk anda ithalatı zorlaştırır.

Üçüncüsü, ihracatçı şirketler ticaretin finansmanını çoğunlukla dolarla yaparlar. Şimdi yaşandığı gibi liranın değer yitirmesi ekonomiye olan güveni zedelediği için hem finansman zorlaşır, hem de maliyeti yükselir. Türkiye’nin CDS priminin daha Ocak 2020’de 256 iken liranın değer kaybı sonrası bugün 505’e çıkması bunun en açık kanıtıdır.

“Rekabetçi kurla” Hazine ve Maliye Bakanı’nın umduğu ihracat artışı gerçekleşmese bile, ithalatın yavaşlaması ve cari açığın bir ölçüde kapanması beklenebilir. Ancak bunun doğal sonucunun da, daha da düşük sabit sermaye yatırımı, dolayısıyla düşük büyüme getireceği, yeni istihdam yaratılmayacağı da unutulmamalıdır. Kur artışının enflasyonu artıracağını, döviz cinsinden borçların ödenmesini zorlaştıracağını ise zaten biliyoruz.