ZAMANSIZ DÜŞÜNCELER-18 (SİNEMATEK-4)
 
Evine gidip oturup konuşmuşluğum vardır, ne kadar açık sözlü ve ne kadar dürüst olduğunu hiç unutmayacağım, aynı zamanda tam babacan birisiydi, hayat dersleri verirdi, Nazım Kültürevine konuşmaya davet ettiğimde, kabul etmiş, notlarıyla birlikte gelip, bir pazar sabahı öğrencilerimizle üç saat konuşmuştuk: konu Sinematek’ti. Rekin Teksoy yalnızca bizim Sinematek’i değil, Sinematek düşüncesinin dünyada olgunlaşmasının da tarihini anlatmıştı, tarih içinde gezinerek, mesela ilk filmlerin kaybolup gitmesine karşı bir hisle saklamak gerektiğini (sanıyorum) 1908 yılında birisi söylemiş.
O zaman yalnızca bir eleştirmen değil, bir tarihçi de olmanın ne kadar önemli olduğunu da anlamıştım.
Dikkat etmiştim, hiçbir tarihsel olayı yalnız kendi olgusal gelişimi içinde anlatmaz, aynı zamanda o olguyu doğuran nedenlerin yanı sıra dönemin genel özelliklerinden bir giriş yapar, ardından o genel içinde olgunun gelişimini anlatır, daha sonra ise olgunun bugüne bıraktığı mirasa eğilirdi.
Bu anlamda bugün onu anarken, ben kendisinin anlattığı bir olguya dair yaklaşımını anlatarak kendisini daha iyi anlatabileceğime inanıyorum.
Metin Erksan ve Sinematek olayını defalarca bana anlatmıştır.
Metin Erksan’ın o yıllarda avukatlığını almış, aynı zamanda kız kardeşi Necati Cumali ile evliymiş, Erksan Susuz Yaz’ı çekmek isteyince eniştesinden izin almış, film çekilmiş, ama anlaşılan telif bedeli hiçbir zaman ödenmemiş. Film gösterime girince pek iş yapmamış, ama sonrasında Berlin’de ödül alınca, tekrar gösterime girdiğinde, keramet Ayı’daymış misali ortalığı yıkmış. Ama işte Türkiye, film başarılı olunca asıl olanlar olmuş, ancak ondan sonrasında paylaşılamamış film, oyuncusundan yapımcısına oradan yönetmenine kadar herkes havalara girmiş, “Türkiye’de yoksulluk daha iyi paylaşılıyor da, varlık hiç paylaşılamıyor”. Bizim sinemamız için ne yazık ki çok kötü ve şiddetli tartışmalar yol açtığını söyler, hatta “büyük hata, o hikâyenin haklarını almam” derdi. Çünkü bu olayın ardından Türk Sinema Şûrası baltalanmış, sinema yasamız çıkarılamamış, ardından ise Sinematek kurulduğunda büyük abes cephe kurulurken en büyük kalkanları “Ayı” olarak karşılarında duruyormuş. Bizimki de yanlış oldu, bari “Ayı” hatırına onu kurucular arasına almalıydık, ama öylesine kabadayıydı ki! Bir tartışma mekânına sığabilmemiz ne mümkündü.
Ardından Sevmek Zamanı yapıldığında, oyuncunun hastalanacak kadar şahsi eziyetler çektikten sonra, parasını bile alamayıp Rekin Abiye gelip dert yanınca, hukuktan kurtulmanın ne kadar önemli olduğunu da kavramış. Çünkü gerçektir, insanlık durumları size yasal olanı ve insani olanı gelir dayatır, çoğunlukla da bunlar birbirine uyuşmaz.
Sinematek on yıllar sonra Rekin abide acı bir hatıra olarak astımı bırakmıştı, hiç sigara içmemiş, ama o uzun Sinematek toplantılarında herkes kendi sigarasını ya da purosunu tüttürürken dumana maruz kalmaktan olmuştu.
Avukattı Rekin abi, ama hukuku ve avukatlığı sevmezdi, kısa bir dönem yapmıştı, özellikle İtalya’ya burslu gitmesi, İtalyancayı öğrenmesinin ardından, bilerek hukuktan kurtulmak için, İstanbul Üniversitesi İtalyan Dili ve Edebiyatına öğretim görevlisi olmuştu, oradan da emekli oldu.
Ama benim için Rekin Teksoy’un büyük önemi, Türkiye’de aydınlarla ve akademik dünyayla (genel planda) tam anlamıyla çelişmesi oldu, şahsına özel sevgimin kaynağı da burasıdır:
Rekin abi, emekli olduktan sonra, köşesine çekilmek yerine, tam aksine meydana atılmış, kültürel hayatımızın çok özgün kişilerinden birisi olmuştu, bir kere yaklaşık 1000 sayfalık bir kitabı yıllarını vererek yazmıştı: Rekin Teksoy’un Sinema Tarihi.
İkincisi kendince önemli bulduğu eserleri İtalyancadan Türkçeye çevirdi, tam metin olarak, çevirileri ile şövalyelik unvanı aldı İtalya’dan.
Üçüncüsü Rekin Teksoy bir sosyalistti, İtalyanca yazılmamış olsa da, iyi bildiği Fransızca ve İtalyancadan karşılaştırmalı olarak “Komünist Manifesto”yu çevirdi. Adının anılmasını istediği kitaplardan birisiydi.
Dördüncüsü, hemen hiç maaş almadan emekli olduktan sonra çeyrek yüzyıl İstanbul Üniversitesinde sinema dersleri verdi. Alaycılıkla söylerdi, bir dönem ders verirken hiç maaş almaya gitmezmiş, dönem sonunda bütün biriken para ile ancak bir ayakkabı alınabilirmiş.
Beşincisi, yıllarca kendisine başvuran araştırmacılara kaynak gösterdi, fikir tartışmalarına katıldı, tecrübelerini paylaştı. Bir kez evine gittiğimde Bela Balazs’ın Theory of Film kitabını gördüm rafta, aldım inceledim, “niyetlendin galiba” dedi, evet abi, çevirmeyi ve uzun bir önsöz yazmayı düşündüğüm kitaplardan birisi dedim. “Hediyem olsun”, dedi, kitabı çevirdik de henüz basılmadı, yayıncılık ve para işleri işte.
TRT’de 400 programdan uzun süren Sinema/Edebiyat programını yaptı, beni de bir kere konuk etmişti, Serseri Aşıklar’ı tartıştık orada.
Araştırma ve okuma süreçlerini ise hiç bırakmadı, her gittiğimde yeni kitaplar çıkarmış salonundaki kitapların yerleri değiştirilmiş bulurdum, salonunda çalışırdı ve orada araştırma yapacağı konular hakkında cilt cilt kitaplara bakarak son zamanlarda hangi konuda çalıştığını anlardınız.
Savaş Baykal 2010 yılında “Öngörüye Ağıt” adlı bir senaryo yazmıştı, Rekin Teksoy’u da çok severdi, akıl danıştığı bir insandı, Ankara’dan İstanbul’a geldi, evinde görüşmeler yaptı, benim durumum ise tersinden oldu, ben Uçan Süpürge Film Festivali için Ankara’ya gitmiştim, kendisini gecekondusunda ziyaret ettim, hemen kamerayı kurdu, orada birkaç soru sordu ve ben de yanıtladım.
Aslında bir seminer verir gibi konuşmuştum, üç ay sonra filmin dvd'sini göndermişti, çok mutlu bir tesadüf olmalı, filmde Rekin Teksoy ve ben yaptığımız yorumlarla dramatik yapının inşa edilmesine katkıda bulunuyorduk, güçlü bir hatıraya dönüştü Öngörüye Ağıt benim için.
En son evine gittiğimde Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması kitabımı hediye etmiştim kendisine, imzalatmıştı bana, kitabı üç büyük eski kuşaktan sinema tarihçisine adamıştım: Nijat Özön (1927),  Rekin Teksoy (1928) ve Giovanni Scognamillo (1929), hepsiyle tanıştım, tartıştım ve hepsine de büyük oranda kişilik ve ahlakı, ama aynı zamanda genç sinema tarihçilerine karşı gösterdikleri sevgiyi hatırlıyorum.
Elbette kitapları, makaleleri, çevirileri, dersleri, öğrencileri var, bütün bunlar çok önemli, ama bir başka şey daha var, özellikle tanıyanlar için: kişilikleri. Rekin Teksoy insanın üzerinde derin izler bırakan birisiydi, karşısında güvenle birlikte hayatın acı derslerini bilen bir insan olarak dinlerken, aynı zamanda bilginiz ve derinliğiniz oranında söz hakkına da sahip olurdunuz. Kendiyle barışık olması oranında, elbette yetkinliğinden beslenerek Rekin abi, karşısındaki insanı hem dinler, hem anlar, hem de gerçek bir iletişim kurardı, başkalarının kendi geçmişlerini üzerinize boca etmesi ve hatta budalaca kendine methiye düzmesi tavrının yanında onda insan olmanın güzelliğini görürdünüz. Kendiyle barışık ve inançlarına uygun yaşamanın insana ne kadar huzur verdiğini öğrendiğim insandır, uğurlar olsun.