Pazarcının üstüne zabıtayı; kadınların, genç kızların, öğrencilerin, muhaliflerin üzerine güvenlik güçlerini sür sonra da destan yazdım de! Destan yedi düvele karşı yapayalnız, yoksul bir halkın verdiği İstiklal Savaşı’dır, yazılmıştır, halkların en güzel bağımsızlık tarihine destan olarak kazılmıştır.

Rıdvan Enkahraman

‘Destancıııııı! Destancı geldi hanıııııım!’ diye bağırmazlardı, öyle ‘Zerzevatçıııı’ diye bağırır gibi. Zerzevatçıların da öyle Uzun boylu bağırdığı söylenemezdi. Çoktur şehirde oturmadığımız için şimdi bağırıyorlar mı, nasıl bağırıyorlar, bilmiyorum, usul usul mu, aşina bir sesle mi, günün belli saatlerinde mi, sokağına göre mi, inişine çıkışına yokuşuna göredir belki de, Oktay Rifat’ın “Uludağ Sokak Satıcıları” şiirinde candan ağırladığı, “Girin satıcılar evimin bülbülleri/Girin girin aydınlık bahçemden içeri/Üzüm satın armut satın nar satın bize/İndirin tüy gibi küfeyi sırtınızdan/Dağlar görünürken kapıda ardınızdan/Bir elmada bir mevsim dolsun evinize” dediği o satıcıların birkaç gün sesleri duyulmaz olur, yoklukları hemen değil, birkaç gün sonra belli olur, sonra yeni bir ses duyulur, daha acemi, sattığı yeşiller, kırmızılar, morlar, turuncular gibi turfanda bir ses, kardeştir, oğuldur, giden, kaybolan, bir daha o sokaklardan geçmeyecek sesin yerinedir...

‘Alamanya’ya gidip gönlünü sarışın dilberlere kaptıran, memleketteki garip karısı Zeynep’e, yüzlerine bakmayan kıyamazsın hepsi de nur topu gibi üç çocuğuna para göndermeyen, onları ele güne muhtaç eden, Kölün’de barlarda, pavyonlarda vur patlasın çal oynasın eğlenen zalım Ahmet’in ibretlik destanı çıktı!’

Eskişehir’de Kurtuluş Mahallesi Yeni Sokak No.23’de, anneannemlerin düzayak evinde otururken, dışardan fısıldaşarak geçenlerin söyledikleri bile duyulurdu nerdeyse. Destancılar da tam da sattıkları destanlarda bahsi fena geçen Almanya’dan gelmiş makaralı teyp ya da kasetçalarlarını omuzlarına asmış, kullandıkları küçük yükselticilerle, hem kendi seslerini hem de bazen Yüksel Özkasap plağından aktarılmış, herhalde öyle bir türküsü vardır, “Gurbeti ben mi yarattım?” sızlanışı eşliğinde destanlarını satmaya çalışırlardı.

Komşumuz abdallar esans satardı, kollarına taktıkları kahverengi, ceviz miydi, camlı kutu içinde sanki Hind’den Çin’den Bağdat’tan Şam’dan Halep’ten, Müslüman’ının Hristiyan’ının elbirliğiyle işgal edip mahvettikleri, Ortadoğu’nun kadim kentlerinden, en güzel beldelerinden, ipek ve baharat yollarından, bin bir gece masallarından, hurma, misk ve amber kokulu Arap gecelerinden, kahveci güzellerinden, çölün ahu bakışlı ceylanlarından... Taşbaskısı halk kitapları satarlardı bir de, bir kollarında esans kutusu, diğerinde Tahir İle Zühre, Kan Kalesi Cengi, Mızraklı İlmihal...

Destancılar başkaydı, onlar da yoksul insanlardı, ama sanki bir ara belirecek, destan satacak, adeta tebliğ vazifesi yapar gibi köy, kasaba, mahalle, sokak sokak gezecek, halkı uyandıracak, sonra da belki başka görevler için başka yerlere gidip, insanları irşat etmeye, uyandırmaya devam edeceklerdi. Öyle de oldu, geldiler, memleketten, gurbetten, yoksulluktan, ölümden, kimsesizlikten, acılardan, ‘yaşanmış olaylar’dan haber veren, ‘ibretlik’ öyküler anlatan, evladın ana babayı, karının kocayı saymadığı korkunç zamanlara kaldığımızı, evlerin betinin bereketinin kesildiğini, bazen hicranlı, bazen boğaza takılan bir yumru, bazen ağlamaktan gözpınarlarını kurutacak kadar acıklı sözlerle yazılmış destanları, hıçkırıktan, iç çekmekten söylenemeyen türküler eşliğinde, evlerimize, öğle sonralarımıza, gecelerimize, içimize atıp gittiler. Taşrabaskısı, ince uzun, yeşilin, kırmızının dağıldığı, kötü saman kâğıda basılı destana 2,5 TL verirdik sanki uzun uzun okurduk ama. Ben okurdum, anneme ayrı, babaanneme ayrı, babaannemin arkadaşlarına ayrı. Kim bilir belki şiirlerimin kötülüğü de oradan kalmıştır!

O destancılar gitti. Bizim asıl destanlarımız başkaydı, eskiydi, ulusların, halkların masalları gibi destanları da vardı, Alp Er Tunga’dan Köroğlu’na, Dede Korkut’tan Seyyid Battal Gazi’ye, tabii Kuva-yı Milliye Destanı’na bir dolu destan. Bir de yeryüzü yazarımız Yaşar Kemal’imiz var, büyük destancımız. Hele onu okuduktan sonra destanın ne olduğunu da bildik, kıymetini de. Okuduk, dinledik, bazen söyledik. Geldik bugüne!

Meğer ne eski destanlarımız ne 1965’lerde sokaklarda söylenen ve satılan acıklı hayat hikâyeleri değilmiş, asıl destanlar şimdi yazılacakmış ve ortalığı destancıbaşılar saracakmış! Breh breh breh! Destansız kaldığımız, destan yazmadığımız gün geçmiyor! Günaydın, hoop destan yazmaya başlıyoruz! Destan yazmak. Yeni Türkiye’nin sloganı mı desem, başarısı mı, doğal hali mi bilemedim ama ‘yazıyorlar!’ İyi de ‘yazıyorlar’ ha!

Destan dediğin hep beraber yazılır, halk da olsa iyi olur ama kahramanlık kişilerle olur, öyle hatırlanır! Öyle de oluyor zaten! Bir gün herkesin 15 saniyeliğine ünlü olacağı gibi, herkes de destan yazacakmış, gördük! Vallahi burada uzun uzun saymak isterdim ama yazı yetmez buna, kolay mı her gün, her an destan yazmak! Destan yazmayanları sıralamak daha kolay!

Böyle görkemli bir destan geleneği olan bu topraklarda şimdi yaşadığımızsa dillere destan bir hal! Covid-19’la savaşımda yazdığımız destan dünyayı şaşkınlıktan şaşkınlığa sürüklediği gibi, ülkemizi de dünyada ikinci, Avrupa’da birinci yaptı. Hatta kendilerinin de buyurduğu gibi ‘Avrupa açılırken, biz kapanmaya gittik!’ Yani öyle böyle destan yazmak değil! Du baken daha ne destanlar yazcez hayırlısıyla!

İşte bu destanlar yazılırken, pek adsızı kalmadı, hepsi adıyla sanıyla, kefeniyle gezinen kahramanlar ortalığı kaplamışken, aklıma geliverdi En Kahraman Rıdvan! Başlığa Rıdvan Enkahraman yazdığım için çizeri, yaratıcısı, karikatür ustası Bülent Arabacıoğlu’ndan da özür dilerim, adı soyadı gibi okunsun istedim ondan!

Ennnnn Kahraman Rıdvan’ı en çok ben seviyorum sanırdım, meğer herkes ennnn çok seviyormuş! Ne güzel dedim valla, Rıdvan’cığım da gözlerini kırpıştırır karşılık olarak bu aşka! Tam bizim mahallenin çocuğu! Yani eski Türkiye’nin çocukluk mahallesinden! İcabında en temiz dayağı arkadaşlarının yerine yer, icabında kahramanlığın onda dokuzu diyerek tüyer! Kazanacağı müsabakalara girmez de, kaybedeceği baştan belli karşılaşmalara balıklama atlar! Tüy sıklettir ama bu terazi bu sıkleti çekmez demez, burnunun sürtülmesi bahasına, belki de en çok için doğrudan zıplar kavganın ortasına!

Nasıl bilirdiniz, iyi mi, kim nasıl bilir bilmem ama biz onu aynı yoldan, yani soldan biliriz, daha doğrusu her iyi, güzel, erdemli şey gibi yeryüzündeki, sola yakıştırırız! Yakışır da kerata! Gerçi şimdi o da koskoca adam oldu, kerata yaşını çoktan geçti ama insanın bir çocuğu bir de kardeşleri, arkadaşları büyümez gözünde!

80’lerin çocuğudur, hepimizin çeşitli derecelerde üzüldüğü, ezildiği yıllarda, efsanevi dergimiz “Gırgır”da Bülent Arabacıoğlu’nun armağanıdır. Tam da gereksinim duyduğumuz türden bir anti-kahraman. 80 öncesi çoğumuzun yaptığını yineleyen, say ki yel değirmenleriyle savaşan bir Don Kişot. Bizden. Yenildik ama ezilmedik diyenlerden, yıkılmadım ayaktayım diye inat edenlerden, yılmayan, aldırmayan, ne madalyası ne beratı olan, ağırlık yapmasın diye sıfat bile taşımayan Rıdvan olacaktı ennnn kahramanımız da haliyle!

Hem Rıdvan’ın öyle destan yazmakla filan da ilgisi yoktu. Pazarcının üstüne zabıtayı; kadınların, genç kızların, öğrencilerin, muhaliflerin üzerine güvenlik güçlerini sür sonra da destan yazdım de! Destan yedi düvele karşı yapayalnız, yoksul bir halkın verdiği İstiklal Savaşı’dır, yazılmıştır, halkların en güzel bağımsızlık tarihine destan olarak kazılmıştır. Yalınayak, yalınyürek.

İyilerin dostu, kötülerin korkulu rüyası, En Kahraman Rıdvan, şimdi en lazım olduğun zaman! Bi gelsen, ‘n’oluyo yahu burda?’ desen, ‘n’olmuş burda ben yokken?’ diye sorup sual etsen, o bile şimdi öyle iyi öyle iyi öyle iyi gelir ki bize, “böyle iyilik görülmemiştir!” deriz. İsteğimiz İlhan Berk’in isteğidir, “Sen gel bizi yeni vakitlere çıkar!”