Film festivalleri art arda dizilerek yeni sezonu açıyor. İlki, 3-11 Eylül arasında seyircisine kavuşacak 31. Ankara Uluslararası Film Festivali. Arkadaşlarımız İnci ve İrfan Demirkol’a sevgilerimizle kolay gelsin dileklerimizi sunuyoruz. Festival bu yıl Dünya Sineması bölümünün “Anısına” seçkisinde iki eski dosta da yer vermiş: Eric Rohmer ve Federico Fellini. Rohmer’i Yabancı Dilde En İyi Film dalında Altın Küre adayı ve San Sebastian’da Altın İstiridye ödüllü “Claire’s Knee / Claire’in Dizi” (1970) ile anacağız.

Fellini ise Ankara seyircisini 1953 yapımı filmi “I Vitelloni / Aylaklar” ile selamlayacak. “50’li yılların İtalya’sındaki kasvetli sahil kasabalarında yazın gelişini bekleyen ve çalışmayı adeta tabu sayarak günlerini aylaklık ederek geçiren Fausto, Leopoldo, Alberto, Riccardo ve Moraldo adlı beş gencin öyküsünü” anlatan film, En İyi Özgün Senaryo dalında Oscar’a aday olmuş, Venedik Film Festivali’nde Fellini’ye Gümüş Aslan getirmişti. Senaryosu, Nino Rota’nın müziği ve oyuncularıyla akıldan çıkmaz bir filmdir.

Üstelik, Fellini için özel bir anlamı var. Çünkü genç Federico da onlardan biriydi aslında: bir aylak, hem bu kasabadan bir an önce kaçmayı hayal eden, hem de ona sonuna kadar sadık bir Riminili. Daha sonra, yönetmeni uluslarası platforma çıkaran ilk filmde, Cannes’da Altın Palmiye alan “La Dolce Vita/Tatlı Hayat”ta (1960) kasabalı genci yeni mekânına, Roma’ya yerleşmiş olarak göreceğiz. “Amarcord”da şairane bir şekilde yeniden yaratacağı Rimini’yi geride bırakmıştır. Yönetmenin favori oyuncusu, hatta alter-egosu, Marcello Mastroianni’nin oynadığı gazeteci Marcello Rubini aracılığıyla ve devasa Anita Ekberg’in aksesuar nevinden katkısıyla, Roma yüksek sosyetesinde geçen bir cinsellik ve ölüm hikâyesi anlatır. Kendi Roma’sını (Fellini Roma, 1972) anlatacağı günler ise, henüz ileridedir.

Fellini’nin efsanevi yönetmenliği ve emsalsiz filmlerinin ötesinde benim için de özel bir anlamı vardır. İlk sinema eleştirimi onun bir filmi için, “E la Nave Va/Ve Gemi Gidiyor” için yazmıştım. Bu sinema eleştirmenliği meselesi Enis’in bana attığı bir kazıktır. Yıllar sonra, YKY’de beni bir köşeye çekip, “Sen bu eleştirmenliğe nasıl başladığını hatırlıyor musun?” diye sormuştu. “Tabii hatırlıyorum” demiştim, “Senin yüzünden”. Güldü, biraz da yüzü düştü mü ne? “Ben de unutmuşsundur diye umut ediyordum” dedi.

Nasıl unuturum? 1984’teki Sinema Günleri’nde hepimiz (Üç Silahşörler ve D’Artagnan: Enis Batur, Ömer Madra, Oruç Aruoba, ben) filmlere gidiyorduk, onlar sevdikleri filmleri yazıyordu. Ben de kaytardığım için işten atılmayayım diye, Ömer’den “Ve Gemi Gidiyor”u yazmasını rica ettim. Anlaşmamıza göre o yazacak, benim imzamla çıkacaktı. Ama akşam bu öneriye evet diyen Ömer sabah böyle bir şey yapamayacağını söyledi, “Sen yaz,” dedi. “Kim, ben mi, ne haddime?” demeye kalmadan, Enis beni Milliyet’in 4’üncü katına kapattı, derhal yazmamı emretti. Geri zekalı olup olmadığımı sordu, aşağılık kompleksim olduğunu zaten biliyormuş. Lafın kısası, sinema yazarlığına metazori olarak başladım.