20-22 Haziran tarihlerinde BM’in Rio’da düzenlediği “sürdürülebilir kalkınma” konferansı, fazla yankı bulmadan geçip gitti. Yalnız kendi sorunlarından başka şeyle ilgilenecek hali kalmayan Türkiye’de değil, dünyada da pek ses getirdiği söylenemez. Anlaşılan o ki, günümüzün savaş, kriz, anlaşmazlıkları varken, uzun vadeli sorun ve politikalara bakan pek yok.

Oysa biliyoruz ki, ekolojik sorunlar şu veya bu ülkeyi, sınırı dinlemeden her yerde ve herkesi tehdit etmekte. Ekolojik sorun dediğin de, yalnız havanın, suyun, toprağın kirlenmesi, doğal kaynakların tahribatı, ya da biyo-çeşitliliğin azalması değil; bunlar var ama bunların biraya gelmesinin yeryüzündeki yaşam koşulların tehlikeye girmesi var ki, bunu unutmamak gerekiyor. Bu nedenledir ki, dünyanın başlı başına bir canlı olduğu ve bu yeryüzünde hayat isteniyorsa, en başta onu hak sahibi bir varlık olarak düşünmek gerektiği söyleniyor.

Ne yazık ki, gezegenin anlatmak istediklerinin politikacıların ya da halkların anladığını söylemek zor. Oysa, 1970 yılından buyana, yani son 40 yılda doğal afetlerin beş kat arttığı gibi küresel bir gerçeğimiz var; bunun insan eliyle yaratılan küresel ısınmayla ilgisi olduğu da söylenmekte

Bu yeryüzünden talebimiz her geçen gün artıyor. Uzmanlar “ekolojik ayak izi” diyorlar buna. Taleplerimiz artarken, bıraktığımız ayak izi de büyümekte; öyle ki, yeryüzünün 1 yıl içinde kendinden alınanı yenilemesi için 1,5 yıla ihtiyaç duyduğu bir noktaya gelmiş bulunuyoruz.

Yeryüzüne bıraktığımız iz, nüfus, tüketim ve bunların üretimi için kullanılan kaynaklar gibi üç temel bileşenden oluşuyor. Günümüzde 7 milyara ulaşan, bu yüzyıl ortasında 9 milyarı bulacağı tahmin edilen dünya nüfusunun, yeryüzünün kendini yenileme kapasitesinin giderek gerilediği de düşünülürse, bugünkü anlayış ve koşullar sürdürüldükçe, her şey bir yana, nasıl bir beslenme sorunu yaşayacağını tahmin etmek zor olmasa gerek.

Ancak nüfustan da önemli olan izler, üretim ve tüketimle ilgili; örneğin zengin ülkelerin gezegene bıraktıkları ayak izi düşük gelirlilere göre beş kat fazla. Bu nedenle, WWF raporunda; “ eğer herkes ortalama bir Amerikalı gibi yaşasaydı, insanın doğa zerindeki talebini karşılamak için dört gezegene ihtiyacımız olacaktı; eğer tüm insanlık ortalama bir Endonezyalı gibi yaşasaydı, gezegenin biyokapasitesinin üçte ikisi kullanılacaktı” denilmekte.

İşte bu koşullarda, en az 20 yıldır “sürdürülebilir kalkınma “ gibi bir kavram kullanılmaya başlandı. 1992 yılında BM’in düzenlediği sürdürülebilir kalkınma konulu ilk konferanstan sonra da BM, bu konuyla ilgili. Kendi adıma, sürdürülebilir kalkınma, ya da yeşil ekonomi gibi kavramları “kılıf” kavramlar olarak gördüğümden, benimsediğimi söyleyemem. Ancak konunun her yanı gibi, bu kavramları da gündemde tutmayı ve tartışmayı gerekli bulurum.

Bu konuya yeniden döneceğim; burada RIO+20’nin sonuç bildirgesinden söz etmek istiyorum. Hayli uzun ve ayrıntılı bir bildirge. Toplantıya katılan ülkeler, 283 maddede sürdürülebilir kalkınmaya bağlılıklarını ve bu yolda alınacak tedbirlerin gerekliliğini kabul etmiş görünüyorlar. İşin özü ne derseniz, gezegen ve gelecek kuşaklar için ekonomik, sosyal, çevresel olmak üzere üç boyutlu bir sürdürülebilir gelişmenin amaçlandığını söyleyebiliriz. Bunun için de hem bütüncül hem insan merkezli hem eşitsizliğin azaltılmasına yönelen bir “büyüme” zihniyetinin arandığı gibi, zaten bilinen bir özet yapılabilir. Yeni olan ise, uzun zamandır dile gelen bu amaçların, artık “yeşil ekonomi” kavramı altında buluşması. Örneğin bildiride, “yeşil ekonominin, sürdürülebilir kalkınma ve yoksulluğun azaltılması için önemli bir araç olarak düşünüldüğü” belirtilmekte. Yeşil ekonomiden ise, sürdürülebilir üretim ve tüketimden, bölüşüm eşitsizliğinden cinsiyet eşitsizliğine kadar tüm eşitsizliklerin azalmasına hizmet etmesi gibi oldukça yoğun beklentiler var!

Söylenecek çok şey var; ancak ayrıntıya girmeden eleştirel bir yaklaşımla asıl püf noktasının, dünyanın içinde bulunduğu tehlikeli durumla ilgili akılcı-gerçekçi saptamalar yaptıktan sonra ve sorunların nereden kaynaklandığı iyi bilinirken, kapitalizm ve liberal ekonomi, ya da ülkelerarası büyüme yarışına dokunulamaması olduğu söylenebilir. Hatta, yeşil ekonomi ile ilgili alınacak tedbirlerin ticaret serbestliğine zarar vermeyeceğini bile belirtme ihtiyacı duyulmakta. Dolayısıyla, sistemin yarattığı sorunlara sistem-içinde kalarak yanıtlar bulmaya çalışan bu anlayıştan bir şey çıkmayacağını düşünenlere hak vermemem mümkün değil.

Öyle olunca da, bu toplantıyla “istediğimiz gelecek” le ilgili çizilmek istenen yol haritası, baştan malul! Malul; çünkü çizilecek yol haritasının doğrudan ekonomik sistemle, kapitalizmle ilgili olduğu ortada; istenilen değişikliklerin olması, söz konusu tehditlerin ortadan kalkması için sistemde çok radikal dönüşümler tapılması gerektiğine kuşku yok; buna karşın, sistemin adı bile anılmıyor!

[1] “Yaşayan Gezegen Raporu-2012”, WWF.