Likya’dan İstanbul’a ulaşan kurbağalar oradan Londra’ya ve Paris’e kadar gelmişlerdi. Leto’nun oğlu tanrı Apollon’a hayranlığıyla bilinen Kral XIV. Louis’nin Versay’daki sarayının bahçesindeki havuzda kurbağaya dönüşmekte olan Likyalı köylüler metamorfoza uğradıkları bu anı, yüzyıllardır bitmeyen bir tekrarla yaşamaktaydı. Leto burada, Versay Sarayı’nın görkemli bahçesinde, sınıfsal çatışmalara dair mesajlar veriyor, monarşinin köylüler üzerindeki bitmeyen iktidarını anlatıyor gibiydi.

Ritmini kaybeden kurbağalar

SEMİHA DURAK

“Öpersem prens olur musun?”

Sesinden yirmili yaşlarının başında olduğunu tahmin ettiğim kurbağa kılığındaki genç adama böyle demiştim. Şu anda ne olduğunu hiç hatırlamadığım bir ürünün tanıtımını yapıyor, bir yandan da kızlarla flört etmekten geri duramıyordu. Kurbağa adam bütün işi gücü bırakmış ‘gözlerimin ne kadar güzel olduğunu daha önce söylemişler miydi’ bunu merak ediyordu. Ortaokulu yeni bitirmiş utangaç bir kız çocuğuydum. Dudaklarımın arasından hiç düşünmeden çıkan cesaret yüklü denebilecek cümle tamamlanıp sonuna soru işareti geldiği anda fark etmiştim söylediğimin aslında ne anlama gelebileceğini. En iyi arkadaşımla masal kitaplarını ve oyuncaklarımızı sandıklara kaldırıp şehri keşfe çıkmaya başladığımız, erkekler hakkında da kurbağalar hakkında da hiçbir şey bilmediğimiz yıllardı. Bütün dünyaya büyüdüğümüzü kanıtlamaya çalışıyor ama pek de beceremiyorduk. Yüzünü bile görmediğimiz kurbağa kılığındaki adam prense dönüşmek istiyor; o kovalıyor biz de kaçıyorduk. Zemin katındaki atlıkarıncayı uzaktan kesmeye gittiğimiz alışveriş merkezinden koşarak uzaklaşmıştık.

Biz sakladığımızı ve saklandığımızı düşünsek de masallar peşimizi hiç bırakmayacak, değişik biçimlerde karşımıza çıkıp hayata dair sırlar verecekti bize; bazen görmeyip ıskaladığımız ya da kimi zaman bilerek görmek istemediğimiz. Kurbağalar prense dönüşmüyordu evet bunu anlamıştık ama içinden kurbağaların geçtiği masallar bizi kovalamaya devam ediyordu. Sanki başka bir şey kurbağaların bize anlatmak istediği çok daha derin, hayata dair bir sır vardı.

Çocukluktan uzaklaştığıma ikna olduğum ve masalların bittiğini sandığım yıllarda mitolojiye hızlı bir giriş yaptım. Üniversitede arkeoloji okumaya karar vermiştim. Aşka dair, insana dair ne varsa her şeyin cevabını vermeye çalışıyordu mitoloji ve arkeoloji. Uzak coğrafyaları birleştiren tesadüflerle dolu hikâyeleri aktaran amforaları, bronz aynaları, obsidyen aletleri, taş baltaları toprağın altından gün yüzüne çıkarmak, çağlar arası yolculuklar gibiydi.

LETO’NUN HİKÂYESİ

Tanrıça Leto’nun hikâyesini de okuldaki mitoloji derslerinden birinde öğrendim. Zeus’un Hera’dan önceki sevgilisi ve Apollon ile Artemis’in annesi tanrıça Leto, Hera’nın lanetinden kaçarken Likya’da bir su kenarına geliyordu. Çocukları da kendisi de yol boyu iyice susamışlardı. Fakat Likyalı köylüler sularını Leto ve çocuklarıyla paylaşmak istemiyor ve içemesinler diye bulandırıp çamurlu suya çeviriyorlardı. Aslında diğer tanrılarla karşılaştırıldığında pek de cezalandırıcı bir karaktere sahip olmayan tanrıça Leto öyle sinirleniyordu ki “Doğanın tüm evrene bahşettiği, tüm canlılara ait olan suyu siz kim oluyorsunuz da sahiplenip kirletiyor ve bizden esirgiyorsunuz?” diye haykırıyor sonra da köylüleri kurbağaya dönüştürüyordu.

Anlamıştım. Kurbağalar ve masallar peşimi bırakmıyordu. Bu hikâye, sanat tarihi kitaplarında, müzelerde çeşitli formdaki sanat eserleri olarak hayatım boyunca karşıma çıktı. Likya’dan İstanbul’a ulaşan kurbağalar oradan Londra’ya ve Paris’e kadar gelmişlerdi. Leto’nun oğlu tanrı Apollon’a hayranlığıyla bilinen Kral XIV. Louis’nin Versay’daki sarayının bahçesindeki havuzda kurbağaya dönüşmekte olan Likyalı köylüler metamorfoza uğradıkları bu anı yüzyıllardır bitmeyen bir tekrarla yaşamaktaydı. Leto burada, Versay Sarayı’nın görkemli bahçesinde, sınıfsal çatışmalara dair mesajlar veriyor, monarşinin köylüler üzerindeki bitmeyen iktidarını anlatıyor gibiydi.

Yaşam süreleri boyunca değişik evrelerden geçerek başkalaşım geçiren kurbağalar metaformozlu masalların da vazgeçilmez kahramanları oluyorlardı. Masallardan bilimsel gerçeklere doğru giden yollara ışık tutuyorlardı. Bazen de tam tersi.

Likya’dan Londra’ya kadar zıplayıp gelen kurbağalar beni Wellcome Collection’da da buldu. Burada bulunan ve ismini daha önce duymadığım Johann Caspar Lavater’in imzasını taşıyan Fizyonomi (Physiognomy) adlı çizimler bir hayli ilginçti. Lavater, bir kurbağa kafası profilinin epey idealize edilmiş insan kafasına doğru biçimsel dönüşümünü resmetmişti. İlginç olan bu çizimlerin Darwin’den önce yapılmış olmasıydı. Fakat sanat tarihi uzmanları Lavater’in aslında evrimi anlatmak derdinde olmadığını, güzellik algısının oluşum aşamalarını göstermek isteğini söylüyordu. Zamanında pek de popüler olan bu çizimlerin Darwin’de de bir kopyası varmış meğer.

EKOSİSTEM ZİNCİRİ

DNA yapıları insanlarla müthiş bir uyum gösteren kurbağaların, evrim çizgisinin en başlarında yerini aldığını eski ders kitaplarından hatırlıyorum. İnsanın bu evrendeki hiç bitmeyecek sandığımız o uzun hikâyesine bir kurbağa olarak başladığını yıllar önce öğrenmiştik. Peki, insanın aksine kurbağaların bu ekosistem içindeki biyolojik çeşitlilikte olmazsa olmaz rolleri olduğunu, her şeyin birbirine bağlı olduğu bir zincirin en önemli parçalarından olduklarını biliyor muyduk? Ben bilmiyordum. Karantina günlerinin hayatıma kazandırdığı en önemli bilgilerden oldu kurbağalara dair hakikatler. Çok ciddi bir hastalığa yakalandıklarını, türlerinin tehlikede olduğunu ve hayatlarının henüz bulunamamış bir aşıya bağlı olduğunu da bilmiyordum örneğin. Sonra o duyduğumuz vıraklamaların aslında muhteşem bir ritme sahip olduğunu ve birbirleriyle bu ritimlerle haberleşip uzaktan da olsa bir araya gelip bir orkestra kurduklarını, bir anda bir koroya dönüştüklerini de. Ve insanın başrolü oynadığı bu dünya düzeninin gürültülü kalabalığında kurbağaların ahenkli ritimlerini kaybettiklerini, bu ritmi yeniden yakalamanın hiç de kolay olmadığını.

Leto’nun ne anlatmak istediğini yıllar sonra anlamış, hikâyedeki sırrı bir anda çözmüştüm. Tanrıça insanları kurbağaya dönüştürürken evrim çizgisini tersine çeviriyor, doğayla ahengini tutturamayan ve bencil bir varlık haline dönüşen insanı başladığı yere geri döndürüyordu. Parçalar bir anda yerine oturmaya başlıyor, her şey kaybettiği anlamını yeniden buluyordu.

Söz kurbağalar korosu ve mitolojiye gelmişken antik çağın en tatlı yazarlarından Aristofanes’i ve şiiri politikayla buluşturup pek de güzel harmanladığı “Kurbağalar” oyununu hatırlatmasam olmaz. Tam da zamanı gelmişken üstelik. Atina’nın düşmek üzere olduğu yıllarda yazılmıştı Kurbağalar. Yıllardır Sparta ile savaşan Atinalılar ve hem toplumsal hem de ekonomik açıdan en kötü yıllarını yaşamaktaydılar. Durumları öylesine kötüydü ki Akropolis’teki Athena’nın altından heykelini eritip para basmışlar ve böylece ekonomilerini düzeltmeye çalışmışlardı ama nafile. Bir dönemin sonu gelmişti artık. Etkin, yetenekli bir liderden ve ifade özgürlüğünden yoksun bir Atina’ydı düşmekte olan. İşte tam bu zamanlarda eski günlere, eski değerlere özlem duyan Aristofanes, Atina’nın kurtuluşu için bir yol düşünürken oturmuş ‘Kurbağalar’ komedyasını yazmıştı. Bir edebiyat şölenine dönüşen oyunda şarabın ve tiyatronun tanrısı Dionysus, Kharon’un kayığına atlayıp öte dünyaya gidecek ve Atinalıları kurtarabilecek en bilge, en güzel sözleri söyleyen şairi seçip bu dünyaya geri getirecekti. Dionysus ölüler diyarındaki türlü komik maceraların ardından nihayet seçimini yapacak ve oyunun sonunda Atina’yı kurtaracağına inandığı şairi yeniden hayata döndürecekti.

Dünyanın şimdiki hali o zamanın Atina’sına ne kadar da benziyor… Acil çıkış yollarını gösteren bilge bir şaire her zamankinden daha çok ihtiyacı var dünyanın. Kaybettiğimiz ritmi yeniden bulup o ahenk dolu orkestrayı kurabilmek için.

Öte dünyadan hangi şairi alıp getirmeli? Bence ‘Masalların Masalı’nı yazmış ve “En güzel söz henüz söylememiş olduğum sözdür” diyen şairi...