Açtığınız her gazete suçlamalarla dolu, önceleri farklı şeyler yazdıkları için birbirlerine iftira atan birçok insan

Açtığınız her gazete suçlamalarla dolu, önceleri farklı şeyler yazdıkları için birbirlerine iftira atan birçok insan. Bu insanları suçlamıyorum, çünkü bir şey yapıp sonra da değişebilirsiniz. Hatta suçun bile kefaretini ödeyebilirsiniz. Bu insanlar kendileri de aynı şeyi yaptıkları halde başkalarını suçlamaya başlayana kadar bir sorun yok. O zaman bunun yanlış olduğunu düşünmemiz için çok nedenimiz olur.
 
Ahmet Kaya meselesi çok önemliydi bu açıdan. Mesele şu ki o dönem düzenin politikaları için Ahmet Kaya’ya saldırmak, yalan söylemek, iftira etmek, hatta onu memleketten sürmek gerekiyordu, günümüzde ise güncel siyaset açısından Ahmet Kaya’nın aklanması gerekiyor. Bu politika değişikliği geçmiştekiler hala günümüzde canlı olarak hatırlanabildiği için, öne çıkan birilerine ödettirilmeye çalışılıyor, ama ikiyüzlülük burada da devam ediyor, örneğin bunu yapanların bir kısmına saldırılıyor, onlar afişe ediliyor. Hatta o bir kısım geçmişin saldırgan kesimine, bugün o saldırıda gerçekten payı olan insanlar saldırıyor, bir yandan da kendilerini temize çıkarmak için yaptıklarını gizlemeye çalışanlar var.  
 
Bugün sıkı bir yandaş medya üyesi, fevkalade “usta ve akıllı” birçok yazar, AKP’nin öne çıkmasından önce, laiklik ve çağdaşlık konusunda ya çok hassastılar ya da demokrasiye âşık olduklarını, gerçek demokrasi istediklerini söylüyorlardı. Şimdi ise büyülenmiş gibi, hakikaten kantarın topuzunu kaçıracak denli merkezi siyasi iktidarı, erki yüceltecek, bir kişi putu yaratacak, despotça çıkışlar yapacak denli hoşgörüsüz ve demokrasiyle uzaktan yakından alakası olmayan uygulamaları, kendilerince yarattıkları bir “asıl düşman”, “asıl demokrasi düşmanı” olarak addettikleri insanları dövmek için alkışlıyorlar. Gerçek şu ki Türkiye’de siyasete 12 Eylül ile birlikte tam bir riya sinmiştir, bunun kolaylıkla çıkartılabileceğini sanmıyorum. İnsanların siyasi analizlerinde, kendilerince bir dizi garip modeller çıkarttıklarını, buradan ise kendince bir haklı haksız ya da yapılması gereken gerekmeyen listesi çıkarıp, bir dizi şeyi
 
ikiyüzlüce yaptıklarını görmemek imkânsızdır. Bunları görünce Marx’ın ünlü yöntem üzerine sözünü hatırlıyorum:
Yalnızca belirli bir olayın gerçekleşmesine ya da sonucuna ulaşmak meşruiyeti sağlamaz, ona erişme yönteminin de meşru olması gerekir.
 
Bu açıdan, Türkiye’de siyasete kendilerince meşru bir hedef koyduktan sonra, ya da kendilerince bir ulu hedef koyduktan sonra, ona ulaşmak için her yol mubah yaklaşımı utanç verici derecede yaygınlıkla başvurulan bir yöntem olarak görülmekte, bunun için gerçekliğin zorunlu olarak “çuvala sığmayan mızrak” durumunu önümüze serdiğinde ise, sürekli “senin yüzün benden kara” söylemine sığınılmakta, toplu bir riya sürekli olarak kendini üretmekte ve yeniden üretmektedir.
 
Bu kötülüğün büyüsüne kapılmak değil, aksine erkten uzak tutulmanın, güçsüz olmanın, ahlaki bir sisteme sahip olmaya ilişkin bütün ideallerin yitirilmesinin doğal sonucudur. Ama burada riya tam da merkezde duruyor: ilk önce samimi olmayan bir şekilde bir ehven-i şer seçmek, buna göre yapılması gerekeni seçmek, kendince etkili ya da güçlü ya da iktidara yakın olmanın “sahte erdemine” kapılmak, ardından yalanı sürekli üreten düzenin “yağlı bir yerinden ona eklemlenmek” çabasıdır. Kısaca sahte bir fallusosentrik yaklaşımdır. Hiçbir zaman bunları yaparak erke ulaşamazsınız, iktidar olamazsınız, aslında ona yaklaştığınızı hissettiğiniz her an ondan sanki sonsuza dek mahrum kalacak denli uzaklaşırsınız.  
 
Bunda utanılacak bir şey olduğunu düşünmüyorum. Onursuzluk değil bu. Sadece bir hata, köklü ve sistemik bir hata. Bu teorinin pratikte gerçekleştirilmesinin olanaksızlığını ve kötülüğe varmasının kaçınılmazlığını anlamamaktan doğan bir hata. Riyayı üreten düzendir, fallusosentrik yaklaşım ise kaçınılmaz bir biçimde düzenin merkezi yöntemi ikiyüzlülüğü, sahte erdemleri, sahte kurtuluşları, ama en önemlisi de sahte düşmanları üretir. Ama düzen ve bu düzenin merkezi için mücadele eden herkesi kolektif bir yalan oyununun parçası ilan eder. İnsan bir anda anlamsız kamplar arasında sıkışıp kalır. 
 
Örneğin, Kenan Evren’in geçmişteki hayali gücüne imrenen ve onun yerinde olmak için dünyaları verecek bir iktidarın, kendisini onun muhalifi olarak gösterme çabası aynı yabancılaşmanın ve riyanın ürünüdür. Örneğin aşırı despotik uygulamaların, erke tapınmanın kendisini demokratik, meşru, çoğulcu olarak sunabilmesi aynı riya sonucu çıkabilir. Hayatla ilişkimizde ve Türkiye’de siyasetin doğasında hem fallus hem de riya aşırı gömülü olduğu için, oyuna katılan herkes riyanın ve fallusun esiri oluyor.
 
Riya ve fallusosentrik erk ya da AKP’cilik bir tür hastalık gibi. Eninde sonunda sizi ruhen öldürüyor. Bu, hangi tarafta olursa olsun, despotizmle ve güce tapınmayla bir şekilde ilgisi olan herkes için geçerli. Bu düzene Türkiye’de olduğu kadar maruz kalmışsanız, o zaman erke tapınmacılık, sahte kurtarıcılık, bunların düşünme tarzları ve hayat anlayışı, değerler hiyerarşisi her zaman içinize işler, kendinizi bu oyunun dışında tanımlayamaz olursunuz, onu sistemlerinizden söküp atma şansınız pek yoktur. Hatta tedavi olduğunuzu bile söyleyebilirler, ama bu doğru değildir, çünkü verili epistemin içinde kalarak yaptığınız her şey aslında sizi hastalığa daha köklü olarak bulaştırır, kendi özgün renginiz kaybolana kadar. Türkiye buna yakalandı, bu nesiller boyu devam edecek, bu nesiller bu hastalıkla birlikte ölecek. Onun yüzünden değil, onunla ölecekler. O ancak iktidara tapınmaktan, güce olan hasretimiz bittiği zaman, size dışarıdan empoze edilen her türlü sahte ideal ve riyakâr pozisyonlara ilişkin duyulan arzular bittiği zaman yok olabilir. Ama gerçek şu ki düzen yabancılaşınca, yalan ve rasyonalizasyon histerik ölçülerde belirginleşir ve endemik derecede yaygınlaşır.
 
Not: geçen hafta yazdığım yazıda “Küfür Sineması” dediğini yazmıştım bir arkadaşın, beni arayıp, küfür sineması demediğini, yalnızca “küfürlü sinema dediğini” belirtti. Ama aynı şekilde bu itirazın bir yadsıma eğilimi çıkardığı da açıktır. Tarihsel estetik çalışmaların çok köklü bir sonucunu burada belirtmek isterim: bir şeyin kendi idealinizce nasıl olması gerektiğini sembolleştirerek sanat üretemiyorsunuz, çünkü çok büyük inandırıcılık sorunu yaratıyor. Bir şeyin nasıl olduğu ile yüzleşerek, bir tepkime yaratmak ise sanat eserinin birincil şartı oluyor.
 
Bizzat bu nedenle “söyledim ve ruhumu kurtardım”, sanatsal bir ilke haline geliyor.
 
Bu satırları Kieslowski’den esinlenerek yazdım.