Yapmaksızın “kardeşlik” kavramının arkasına saklanarak tarafları özdeşleştirmeye çalışmak ve tahakküm altındakileri mücadele ettiklerinden dolayı eleştirmek, bu asimetrik çarpışmada egemen olandan yana olmak anlamına gelir

Riyakâr kardeşlik çağrıları  ve kültür endüstrisi

Önder Kulak - Dr. Felsefe

Değişim için umutların en aza indiği hayal kırıklığı dönemlerinde, açık ya da örtük, artık mevcut olanın kabul edilmesi ve onunla bir şekilde uyum sağlanması gerektiği gibi fikirlere sıkça rastlamak mümkün. Bu fikirlere birbirinden oldukça farklı retorik biçimleri eşlik edebilir. Örneğin “aynı gemide olunması nedeniyle anlaşmazsızlıkların bir kenara koyulmasının ve dış saldırılar karşısında içte birlik sağlanmasının bir zorunluluk olduğu”; “ülkedeki sorunların aşılması ve ortak çıkarlarda buluşulması için birlikte çalışılması ve iyi niyet adımları atılması gerektiği”; “neticede herkes ülkenin iyiliğini istediğinden, daha fazla geç kalmadan ortaklaşmanın herkesin yararına olacağı” gibi ifadeler bunlardan yalnızca birkaçıdır.

Farklı sözcük dizilimlerine karşın tüm bu retorik biçimlerinde, kendiliğinden kategorik bir “beraberlik” ortaya koyması beklenen “kardeşlik” ve ona koşut kavramların bilhassa vurgulu şekilde kullanıldıkları görülebilir. Bu kavramsal çabanın siyaseten yetersiz kaldığı noktada ise, kültür endüstrisinin etkili bir unsur olarak sorumluluk üstlendiğine tanık olunabilir.

Adorno’nun gör dediği
Adorno, zaman zaman hâkim fikirlere aykırı düştüğü izlenimi veren kimi örneklerin de kültür endüstrisi eliyle dolaşıma sokuluyor olduğuna işaret eder.1 Bunlar, az sayıda olsa da endüstriyel kültür içinde çeşitli alternatiflere yer verildiği söylencesinin yayılmasına imkân veren örneklerdir. Ne var ki söz konusu üretimlerde, kültürel ürün ve alternatifi arasındaki ayrımın belirsizleşmesi için bilhassa uğraş verilmiştir.2 Başka bir deyişle, ortada gerçeklikten uzak, ancak yayılması istenen bir söylence vardır. Peki ama bu isteğin arkasındaki düşünce nedir?

Adorno sözü edilen örneklerin, düzen karşısında direnç gösteren veyahut gösterme eğilimi taşıyan bireyler için kurulmuş bir tuzak olduğunu düşünür.3 Bu tuzağın başlıca amacı, bireyi yanılsama örüntüleri içerisine iterek, düzen karşıtı bakış açılarının kültür endüstrisi tarafından kuşatılmasını ve soğurulmasını sağlamaktır. Bu şekilde, olası bir alternatif girişimin daha başlamadan endüstriyel kültürün bir parçası olarak ehlileştirilmesi amaçlanmaktadır. Adorno böylesi bir koşulu “şeyleşmeye karşı direncin şeyleşmesi” olarak niteler ve bu mahiyetteki örneklerin oldukça etkili olduklarının altını çizer.

Bu gibi ürünleri diğer örneklerden ayıran başlıca içerik özelliği, kültürel ürünün bireyin düzen karşıtı eleştirisini görece kabullenmesidir. Bireyin dikkatini çeken de zaten bu kabullenme halidir. Burada kültürel ürün, eğer bireyi, tıpkı yaşam koşullarına ilişkin yapısal sorunlardan kaçmak için bir çıkış kapısı arayan diğer bireyler gibi, kurgusal yaşantılarla özdeşleşme, özdeşleştirme marifetiyle ikna edebilir ve direncini kırabilirse, onu kültür endüstrisinin rasyonalizasyon sürecine dâhil etmiş olur.4 Böylece ona, eleştirinin arkasından gelmesi olası düzen dışı bir alternatif yerine düzen içi bir değişim önerebilir, dayatabilir. Bireyin önüne getirileni kabul etmesi ya da reddetmesi, elbette birçok diğer etkenin de denkleme katılımıyla beraber, karşı koyma potansiyeline bağlıdır.

Sınıfsal bölünmenin hasıraltı edilmesi
Adorno’nun “direncin şeyleşmesi” dediği koşulu içeren endüstriyel kültür örneklerinde, bireyin kendini özdeş kılması beklenen kurgusal karakterler, yekûn şekilde düzene karşı mücadele veren veya toplumsal bir sorun karşısında direnç gösteren kimseler olarak değil, kendini özgün bir ideale (yüce bir amaca) adamış bireyler olarak gösterilirler. Başka bir deyişle, belirli bir ideal uğruna hareket eden özel kimseler olarak resmedilirler. Bu sırada ideal sahibi bireyin kimliği ve idealin içeriği, elbette çoktan sınıf kavramı hesaba katılmadan ve hatta ortaya koyulan düşünce ve eylemlerin maddi temelleri hasıraltı edilerek oluşturulmuştur. Ayrıca üründe yapılan yönlendirmeler aracılığıyla, bireyin ideali ve onun için icra ettiği eylem, toplumsal sorun ve çözüm ilişkisinden ayrı biçimde tasvir edilmiştir. Bunun sonucu, idealin sanki bireyden ve maddi zeminden ayrı bir varlığa sahipmiş gibi sunulması ve bireyden önce anılmasıdır. Bir anlamda ideal olana ilahi bir varlıkçasına, aşkın bir içerik verilmiştir.

Bu noktada pek çok farklı ideal örneği üstünde durulabilir. En sık karşılaşılan örneklerden biri de, “kardeşlik” kavramını istismar eden “kavgalıları barıştırma” idealidir.5 Böylesi bir idealin başlıca savunuları, herkesin aynı ülke sınırları içinde yaşamını sürdürdüğü, dolayısıyla bireylerin birbirine kardeş, yani bir anlamda denk olduğu, bu nedenle en nihayetinde birlik olunması gerektiği ve her sorunun eninde sonunda gerginlikten ve çatışmadan uzak bir şekilde çözülebileceği, bunun için gereken koşulun sadece karşılıklı diyalog olduğudur. Burada ilk bakışta karşı çıkılabilecek hiçbir şey olmadığı düşünülebilir. Ne var ki bireylerin yanılsama örüntülerine eklendiği yer tam da burasıdır; çünkü içerik noktasında alenen düzen savunusu yapılırken, biçimsel açıdan kafa karıştırıcı bir eleştirellik izlenimi verilir – bu nokta biraz daha açılabilir.

riyakar-kardeslik-cagrilari-ve-kultur-endustrisi-508284-1.
Amaçlanan koşul başarılabildiği ölçüde, kendini düzen karşısında konumlandıran örgütlü, örgütsüz kimselerin düzene eklemlenmesi, düzene eleştirel olanların önünün alınması ve riyakârlığı reddederek mücadeleden yana tavır alan kesimlerin baskı altına alınması, mümkünse uyuma zorlanması, aksi halde güçsüz düşürülmesi ve hatta halktan yalıtılması mümkün kılınabilir.



Bahsi geçen örnek idealin atıflarına bakıldığında, ortada kavgalı taraflar vardır ve her biri yegâne çözüm yolu olan diyalog yerine gerginlik ve çatışmayı seçmişler, aynı ülkenin evlatları olduklarını (!) unutmuşlardır. Bu durumda tüm taraflar hatalıdır ve bu hatalarından dönmeli, acilen diyalog kurmalı ve akabinde çözüme yönelmelidirler. Nasıl itiraz edilebilir ki buna! – bakalım.

Öncelikle, kavgalı olan taraflar birbirlerine denk, yani söz gelimi kardeş değillerdir. Bir denklik ilişkisi, sınıflı bir toplumda, ancak aynı sınıf mensupları arasında kurulabilir. Öyle ki tarafgirliğin başlıca zemini, maddi yaşamın üretiminde emeğine dayanan sınıf ve bu emeğin sömürüsüne dayanan sınıf arasındaki karşıtlık; ayrıca, maddi çıkarları gereği bu karşıtlara yakın duran ara sınıfların edindikleri konumlardır.

Bu zemin, toplumsal bilinç biçimlerine bağlı olarak, sınıf bilincine sahip olan ve manipülasyon biçimleri sayesinde düzene eklemlenen işçiler arasındaki mesafe sebebiyle, yalın olmaktan uzak, girift bir içeriğe sahiptir.6 Burada ilk toplamın “karşı çabasıyla” içeriğin düzen aleyhine değiştirilmesi beklenebilir. Beklenen bu değişim de, hakkıyla, ancak ehlince gerçekleştirilebilir; çünkü ortada, egemen sınıf eliyle, kimliğe dayalı çatışmaların sınıf savaşına hâlihazırda sokularak, örneğin hâkim bir ulusun, inancın ya da kültürün diğerlerini ezmesi sağlanarak parçaladığı bir topluluk bulunmaktadır…

Bu çelişkiler yumağında, burjuvazi kurduğu sömürü düzenini korumak ve bu ilişkileri sürekli yenileyerek yeniden ve yeniden üretmek adına, baskı ve zor aygıtlarıyla işçi sınıfını ve tüm halk kesimlerini mümkün olduğunca tahakküm altında tutar. Buna karşılık örgütlü işçi sınıfı, burjuvazinin ilişkiler nezdindeki kuruculuğunu reddederek, koruyuculuğunun, bir anlamda tahakkümünün karşısında yer alır ve verili olanın yerine, sömürü ilişkisini dışlayan bir toplum biçimi kurma yolunda adımlar atar. Böylece ortaya, nihai olarak uzlaşılması mümkün olmayan bir çarpışma çıkar. Bu çarpışmada “çözüm”, ancak bir tarafın baskın çıkmasıyla sağlanabilir.
Buna karşın herhangi bir ayrım yapmaksızın “kardeşlik” kavramının arkasına saklanarak tarafları özdeşleştirmeye çalışmak ve tahakküm altındakileri mücadele ettiklerinden dolayı eleştirmek, bu asimetrik çarpışmada egemen olandan yana olmak anlamına gelir. Ve tarihsel örnekler göstermektedir ki, burjuvazinin kardeşlik söylemlerine bağlı diyaloglardan beklentisi, yalnızca ödün ya da teslimiyettir.

Kurgudan gerçeğe
Kardeşlik savunuları, bireyin karşısına herhangi bir kültürel üründe, örneğin bir dizide, filmde, romanda ya da belki bir tartışma programında çıkabilirler. Bunların zihinlere yönelmesi ve yerleşmesi, aksi düşüncelerin yoksunluğu ya da nicelik veyahut nitelik bakımdan yetersizliği durumunda, direnişin, mücadelenin neliğinden oluşum koşullarına, eylem biçimlerinden manevra sınırlarına ve sonuçlarına kadar bireyin mesele bağlamında bilincini inşa eden belirleyici etkenlerden birini oluştururlar.

Bu durumda bireyin kurgusal olarak tanık olduğu yozlaşmayı gerçeğe iz düşürmesinin kapısı da aralanmış olur. Öyle ki başlıca amaç, bireyin riyakâr kardeşlik içeriklerine kapılması ve böylece ödün ya da teslimiyet beklenen diyalog ilişkilerine hazırlanmasıdır.

Amaçlanan koşul başarılabildiği ölçüde, kendini düzen karşısında konumlandıran örgütlü, örgütsüz kimselerin düzene eklemlenmesi, düzene eleştirel olanların önünün alınması ve riyakârlığı reddederek mücadeleden yana tavır alan kesimlerin baskı altına alınması, mümkünse uyuma zorlanması, aksi halde güçsüz düşürülmesi ve hatta halktan yalıtılması mümkün kılınabilir. Bu noktada her dönemin insanı popüler solculara önemli roller düştüğü de ifade edilmelidir.

Farklı formlar altında üretilen kültürel ürünlerde, kurgusal karakterlerin temsiliyetini üstlenen reel kimseler, idealin kurgudan gerçeğe dönüşme sürecinde bir adım öne çıkarlar. Bir yandan temsil ettikleri karakterlerin savundukları ideali aktarırken, bir yandan da kendilerinin de bu ideali benimsediklerini anlatırlar. Böylece halk nezdinde idealin bir temsilcisi olarak, idealin oluşturduğu kimlikle hareket ettikleri algısı oluşmuş olur. Bu algıyı kullanır ve kimi pratik sorumluluklar üstlenirler. Örneğin halka dayalı demokrasi ya da sosyalizm mücadelesinde yok hükmündeki katkılarına karşılık, ne pahasına olursa olsun (!) ülkede diyalog kültürünün yayılmasına katkı verecekleri sözünü verebilirler. Bu durumda faşist saldırılara karşı koyma süreçlerini, ülkesi için çabalayan ama kötü insanların da etkisiyle birbirini dinlemeyen iyi tarafların birbirine kırdırılması olarak değerlendiren bir dizinin oyuncusu; ideolojilerin insanları körleştirdiği ve esas olanın “insanlık” olduğu savusunda bulunan bir romanın yazarı; kapsamlı sosyalizm eleştirilerinin (!) ardından bireylere “kültürel solculuk” öneren bir ekran yüzü ve nicesi, kültürel ürünleri arkasına alarak, bireyleri ikna etmek için halkın arasına karışırlar…

Bilhassa ekonomik ve siyasal kriz ortamlarında kendini hissettiren bu riyakâr kardeşlik çağrılarının ve popüler solculuk hallerinin düzen nezdindeki karşılığı, gerginlik ve çatışmanın önlenmesi değil, karşısında duranların zayıflatılabilmesi bakımından bir olanak teşkil etmesiyken, bu olanağın ortaya koyulması ve gerçekleşmesi için çalışan popüler solculardaki karşılığı ise, saldırılardan muafiyet ve bir parça özel çıkardan fazlası değildir.

1 Theodor Adorno, Minima Moralia, çev. A. Doğukan & A. Koçak, İstanbul: Metis Yayınları, 2007, ss. 210, 211..

2 Bu noktada bir örnek olarak, Adorno’nun Vietnam’da yaşananların metalaşmış müzik tarafından istismar edilmesine ilişkin tepkisi için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=UFfWo0hYFL8

3 Bu örneklerin “solcular” eliyle yapılması da durumu değiştirmemektedir.

4 Bkz. Önder Kulak, Theodor Adorno: Kültür Endüstrisinin Kıskacında Kültür, İstanbul: İthaki Yayınları, ss. 65-76.

5 Bu çalışmada haklı olsun, olmasın, söz konusu mekanizma dışında kalan ve bu çağrılarla biçimsel benzerlikler kurulabilmesi mümkün, ancak içerik bakımından önemli farklılıkları bulunan kimi “iyi niyetli” çağrılar kapsam dışında bırakılmıştır.

6 Bu noktada sınıfın kendi içindeki farklılıklar gibi ikincil konular çalışmanın sınırlandırılması bakımından bir kenara koyulmuş, esas neden olan sınıf bilinci meselesine odaklanılmıştır.