du Gard ‘Bireyi herkesin hikâyesini tanımaya ve hikâyedeki mücadeleleri kabul etmeye götüren evrim’i (Camus) açıklar ve insanoğlunun kaderine maruz kalmaktansa kaderini düşünmeye, yaşamaya muktedir olduğunu gösterir

Roger Martin du Gard 1914 sonrası

A. DASPRE

Roger Martin Du Gard, Thibault’lar’ı yazdığında, Tolstoy ve R. Rolland’a öykünmek istiyordu. Yazarlığının ilk dönemlerinden itibaren devasa ve görkemli yapıtlar yazmayı hayal ediyordu sadece. Savaşın ardından tüm zamanını mesleğine adadı ve yıllar boyunca uğraşacağı bir ırmak romana girişmekte tereddüt göstermedi.

Martin du Gard Thibault’lar’ın başlangıcını “Hatıralar”ında (Souvenirs) şöyle anlatır: “İki kardeşin hikâyesini yazma düşüncesi birdenbire çok cazip gelmişti bana: mizaçları alabildiğine farklı, alabildiğine birbirine zıt olan iki varlığın, ama çok güçlü bir ortak soyaçekim yaratan müphem benzerliklerin derinden iz bıraktığı iki akrabanın hikâyesi. Böylesine bir konu bana verimli bir ikileşme fırsatı sunuyordu, yaradılışımın iki çelişik eğilimini aynı anda dile getirme olanağı görüyordum onda: bağımsızlık, kaçış, başkaldırı içgüdüsü, her tür konformizmi reddediş; ve soyuma borçlu olduğum şu düzen ve ölçü içgüdüsü, şu aşırı uçları reddediş.” Romanın otobiyografi niteliği taşıdığı anlamına gelmiyor bu; yazar, alışkanlığı olduğu üzre, anlatının ayrıntılı bir planını kurmakla işe başlar (1920), kendisine kılavuzluk edecek bir taslak elde etmek amacıyla değil sadece, özellikle yarattığı kişileri somutlaştırmak, onları yaratıcılarından koparmak için de böyle yapar: dolayısıyla yirmi üç ana karakterden her birinin kişisel bir dosyası vardır - tıpkı yaşayan bir kimse gibi, kişisel hikâyesi vardır. “Genel kurmaca” içinde iki kardeş arasındaki zıtlık yapıtın merkezine oturur ama, Fontanin ailesiyle (Protestan) Thibault’ların ailesi (Katolik) arasında bir başka uyuşmazlık belirir. 1904-1918 yılları arasına konumlandırılan hikâye devasa boyutlara ulaşır ama eksiksiz bir düzen içinde çalışan romancı ilk üç cildi çok çabuk yazar: Gri Defter ve Yetiştirme Yurdu (1922), sonra da Güzel Günler (1923). Güzel bir toplam oluşturan bu üç cildin çabucak kazandığı başarı büyük ölçüde kabul gördüğü sırada, biraz gecikmeyle, Hasta Çocuklar ve Sorellina (1928) sonra da Babanın Ölümü (1929) yayımlanır.

Bu ilk altı cilt, okuru 1904’ten 1913 yılına ama çok düzensiz bir tempoyla götürür: Güzel Günler’in anlatısı 1910’da üç buçuk ay; Hasta Çocuklar’ınki 1913’te yirmi dört saat sürer; ikisi arasında üç yıllık bir ara vardır. Bir ciltten öbürüne, bir bölümden öbürüne yazar sıçramalarla ilerler, yarattığı kişilerin hikâyesinden, bir engelle karşılaştıkları ya da birbirleriyle çarpıştıkları anları muhafaza eder sadece. Romancının yaptığı bir çözümlemeden ziyade, eylem içinde, davranışıyla kendini daha iyi ortaya koyar roman kişisi. Martin du Gard’ın bütün yapıtlarının hiç kuşkusuz en karakteristik özelliklerinden biri olan anlatının olağandışı dramatik yoğunluğu da buradan kaynaklanır.
Roman bu noktaya kadar son derece eve ve aileye ilişkin niteliktedir; anlatılan olaylar çağdaş tarihten epeyce uzakta vuku bulur. 1914 Yazı’ndan itibaren, roman kişilerinin kaderi, tam tersine, siyasal duruma sıkı sıkıya bağlı hale gelir. Çünkü Martin du Gard başlangıçtaki planından bütünüyle vazgeçmiştir. Bir trafik kazası yüzünden (Ocak 1931) haftalarca klinikte yatmak zorunda kalan romancı, yorgun düşmüş, on yıllık çalışmanın sonunda Thibault’ların hikâyesinin sadece üçte birini anlattığını düşünerek cesaretini kaybetmiştir. Aylar süren kararsızlığın ardından, iki kardeşin 1914-1918 savaşı sırasında öleceğini öngören bir başka plan yapar sonunda. Ama yavaş yavaş, yeni anlatısına yabana atılmayacak bir hacim vermeye yönelir: “Roman kişilerimin kaderleri birbirine geçmeli, müthiş karmaşık ve çapraşık bir fonda, 1914 Temmuzunda Avrupa’daki olaylar arasında sona ermeli” diye yazar Gide’e (27-6-1934). Gerçekten de 1914 Yazı “yoğun, ağır, olup bitenlerle dolu bir bütün oluşturan” (yine Gide’e yazdığı mektuptan, 10-9-1936) üç kalın cilt halinde yayımlanacaktır (1936). Önceleri romanını süratle bitirmek isteyen Martin du Gard, gerçekte muazzam bir bilgi ve çözümleme çalışması yapar. Otuzlu yılların başlarında o da milyonlarca insan gibi savaş tehlikesinin arttığının farkına varmış, kaderin uğursuz bir cilvesi sonucu, hikâyesini anlattığı roman kişileriyle yakında aynı duruma -zaten daha önce şahsen yaşadığı bir durumdur bu!- düşüp düşmeyeceğini sorgulamaya başlamıştır sonunda. Birinci Dünya Savaşı’nı baştan sona sürekli bir başkaldırı içinde geçiren Martin du Gard “şimdiki zamanın kaygılarına katılmış bir ara sesi andıran geçmişe yönelik bir heyecan”a kapılır. “1933 ile 1913-1914 arasındaki benzerlik yer yer çok çarpıcı”dır (Gide’e yazdığı mektuptan, 25-2-1933). Siyasal bir örgütte mücadele edemeyecek kadar bireyci olan Martin du Gard yine de kitabında net bir biçimde taraf tutar, 1914 Yazı Nobel ödülü aldığında Stokholm’deki konuşmasında (Kasım 1937) söylediği üzere, kendi usulünce, “barış davasına hizmet etme”ye çabalamaktadır.

Mayıs ile Kasım 1918 arasına konumlandırılan Epilog, Antoine’ın ölümüyle sona erer. Zehirli gaza maruz kalan ve tedavi edilemeyen Antoine, geçmişini kıyasıya gözden geçirir ama aynı zamanda da kalıcı bir barışın, Jacques’ın oğluyla varlığını sürdürecek bir ailenin hayalini kurar: son demlerinde, Jean-Paul’ün adını yazar - roman böylece sona erer. Öyleyse, gene de yaşama inanç mı söz konusudur? Ama 1939’da bitirilen roman ancak 1940 başlarında (ve zorluklarla) yayımlanabilir! O zaman kitabı okuyanlar bütün hayallerini yitirmiştir; yazarın kendilerine sorumlu insanlara hitap edercesine hitap edişini takdirle karşılarlar. Martin du Gard yapıtın bütünlüğünü bozmaksızın romanının yönelimini tümden değiştirme maharetini göstermiştir. Bir savı kanıtlamak için, yarattığı kişileri birer kukla gibi kullanmak yerine, onların otonomisine saygı göstermeyi sürdürmüştür; 1914 yazı boyunca, her birinin kendi mantığı uyarınca, nasıl bir şekle evrileceğini anlamaya çalışmıştır. Olaylar, bireysel yaşanmışlıklar düzeyinde sunulup çözümlenir; dolayısıyla hikâye bir dekordan ibaret değildir; dramın belirleyici güçlerinden biri haline gelir ve hem okura hem roman kişilerine, kaderin modern biçiminin siyaset olduğu düşüncesi kendini kabul ettirir.

Daha genel açıdan bakılacak olursa, Martin du Gard, kendi deyişiyle, “söyleyeceği her şeyi” romanına yansıtmıştır. Jean Barois’daki rasyonalist düşüncenin aynısını buluruz burada da, ama yazarın karamsarlığı -çoğunlukla Doktor Philip ya da Antoine aracılığıyla dile getirilir bu karamsarlık- yer yer enikonu radikal görünür. Martin du Gard’ın ele aldığı konu ve şahsen içinde bulunduğu tarihsel koşullar gözönüne alınacak olursa, bu duruma pek şaşırmayız! Yeri gelmişken belirtelim, Martin du Gard insanın ve hikâyesinin ötesine konumlandırılmış aldatıcı çözümleri olduğu kadar mütevekkil sızlanmaları da reddeder; gerçeği yadsımak ya da kabul edilebilir kılmak için yazmaz o, anlaşılmasını sağlamak için yazar. Jacques ile Antoine’ın (ve diğer ana karakterlerin) hikâyesi, yavaş yavaş ve zar zor kendinin ve dünyanın bilincine varma, kendinin dünyadaki yerinin bilincine varma hikâyesidir. Martin du Gard “Bireyi herkesin hikâyesini tanımaya ve bu hikâyedeki mücadeleleri kabul etmeye götüren evrim”i (Camus) açıklayarak, insanoğlunun kendi kaderine maruz kalmaktansa kendi kaderini düşünmeye, yaşamaya muktedir olduğunu gösterir.

A. Daspre, “Roger Martin du Gard (1881-1958) après 1914”, Histoire littéraire de la France, VI, Paris, éditions sociales, 1982, s. 224-227’den Fransızcadan çeviren: Elif Gökteke