“Burada İran, bölgeyi adeta kendine domine etmenin gayreti içerisindedir, böyle bir çalışmanın içerisindedir. Buna müsaade edilebilir mi?” demiş, eleman. ‘Domine etme’, ‘tahakkümü altına alma’, ‘karşısında ağırlık/belirleyicilik kazanma’ anlamına gelir; dolayısıyla ‘kendine domine etme’ tümüyle absürd/saçma bir ifade: Herhalde jöleli (telekinezi uzmanı) eline vermiş bu metni, Galatasaraylı Fransızcası’yla; ki, bütün Galatasaraylıların Fransızcası illaki böyledir diye bir şey de yok; aralarında, Fransızca’yı iyi bilenleri de var.

Vakıa, elemanımızın saçmalaması için, Fransızca’da dolaşmasına da hiç gerek yok: “Ben ‘sana’ ‘sen’ demiyorum” demeyi becerebilmiş bir ademdir, elemanımız; yani, Türkçe’de de kendisini kurtaramaz.

İddiaya göre, Yunanistan, son 10-11 yıl içinde Ege kıyılarında Türkiye’ye ait 16, en az da 3 adaya asker çıkartıp bayrak dikiyor ve bir milletvekili (MHP, Balıkesir, Ahmet Duran Bulut) de Millî Savunma Bakanı’ndan bu konuyu aydınlatmasını istiyor, Meclis’te. Bakan bu durumu kabûl ediyor, ancak “fiilî devlet uygulamaları egemenlik durumunu değiştirmez; onların yasal, hukuki statülerini değiştirmez” dedikten sonra MHP’lilere hitaben ekliyor: “‘Burayı Yunanistan’a verdi’ diyerek Yunanistan lehine görüş bildiriyorsunuz. Çok şükür ki siz iktidarda değilsiniz.”

Birinin kocasını veya karısını birileri zorla bir yerlere kapatıp kendisiyle karı-koca hayatı yaşamaya başlamış; adam veya kadın bu durumdan şikâyetçi olup devlete müracaat edince kendisine şöyle bir cevap veriliyor: O kadın ya da adam kanunen/resmen senin nikâhlı eşin değil mi; fiilî durum neyi değiştirir ki; bu durumu dile getirerek aslında karını veya kocanı kaçırıp kapatanlara hizmet etmiş oluyorsun; utan.

Burada artık ‘ar damarı çatlamış’lıkla da izah edilemeyecek bir durum vardır: Saçmanın egemenliği.

Saçmanın egemenliği; ama kendiliğinden değil, devlet zoruyla, teşvikiyle.

Boşanmak istediği için kendisini ölümle tehdit eden kocasından kaçan kadını sığınma evi kabûl etmiyor; kadın; annesinin yanına geri dönmek isterken yolda kocası tarafından yakalanıp öldürülüyor ve katil koca mahkemede kendisini şöyle savunuyor: Aile benim gözümde kutsal; ben de ailemi koruyup kurtarmak istedim. Bakanlığın adından ‘kadın’ı atıp bütün ağırlığı ‘aile’ye verenlerin hiç mi rolü yok bu katillerin yıldırım hızıyla çoğalmalarında: İktidar, kendi katillerini de üretiyor.

Ali İsmail’i öldürenler de, bu cinayeti ‘darbe’yi önlemek için işlemişlerdi: ‘Gezi’yi kimin ‘darbe’ ilan edip esnafı da ‘gerektiğinde asker, polis ve hâkim’lik yapmaya çağırdığını hepimiz biliyoruz.

Kobane’de de  -bunlara göre-  iki terör örgütü birbiriyle savaşıyordu: Kendi toprağını, yuvasını, namusunu koruyan kadınlı erkekli yurtseverlerle kör bıçakla kafa kesen, çiğ çiğ insan kalbi ciğeri yiyen, canlı canlı insan yakan, kız çocuklarına tecavüz edip pazarlarda satan meczup ve haşhaşî katiller bunların gözünde, adeta birdi. ‘Adeta’; zira, aslında sadece gönülleri de değil, bütün faaliyetleri bu canavarlardan yanaydı: “Öldürüyorlardı, ama hiç değilse işkence yapmıyorlardı.”

Berkin’in terörist olduğu yerde kelle kesip çelik kafes içinde insan yakmak da işkenceden sayılmazdı. Kobane’deki tavırları, tabiî ki siyasal İslamcılıklarından ve Kürdün özgürleşmesi korkularından kaynaklanıyordu; ancak en az bunlar kadar, kadının özgürleşmesi de bunların görmeye/ en az tahammül edebilecekleri şeydi.

Rojava/Kobane, daha geniş bir perspektifte, bunların Cumhuriyet düşmanlıklarına karşı hem en büyüğünden bir meydan okuma, hem de en şanlısından bir zaferdi.

Cumhuriyet, egemenliğin kaynağını gökyüzünden indirip vatandaş olarak insana vermiş; ancak vatandaşların soyut eşitliğini sağlayacağım derken insanların somut birliktelik ve bütünlüklerini ulus-devletlerin bilaistisna hep silahla/kanla çizilmiş sınırlarıyla paramparça etmiş, dökülen kan ve alınan canları meşrulaştırmak üzere de ‘ulus’u kutsallaştırmışken, Rojava deneyimi, yapılacak ortak iş, yaratılacak ortak eser, götürülecek hizmet, giderilecek ihtiyaç, düzenlenecek çevre, yaşanılacak ortak şenlik vb temelinde bir araya gelmiş gerçek topluluklar, yani kolektif özneler olarak, insanlığın insan hayatını aşan hiçbir kutsala feda edilmeksizin buradaki/bugünkü hayatına sahip çıkması yolunda atılmış bir adımdır: Bütün ufku/perspektifi/ideali, din/mezhep temelinde Ortaçağ usûlü bir emirlikler konfederasyonu çerçevesinde kapitalist metropollerin yöresel kahyası olmanın ötesine geçemeyen bir sefiller güruhunun yüreğini en fazla titretecek bir model.