Oyuncu Suzan Aksoy’la rol aldığı yapımlar, sanat yaşantısı ve ülkedeki kültürel iklime ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdik

‘Rollerime çatlaklık katıyorum’

MELTEM YILMAZ
meltem84yilmaz@gmail.com

Oyuncu Suzan Aksoy’la rol aldığı yapımlar, sanat yaşantısı ve ülkedeki kültürel iklime ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdik

“Cenaze İşleri” adlı filmi sizden dinleyebilir miyiz? Bu filmde hangi rolü oynuyorsunuz ve sizin için özelliği nedir?

Ölüm komedisi… Ama biz çok keyifli anlattık ölümü. “Ölüden korkma, diriden kork” sloganımızdı bizim. Gerçekten de ölüler bir şey yapmıyor, dirilerden hakikaten korkmak gerekiyor. İşin özü bu. Benim oynadığım karakter, anne. İşitme kaybı olan, biraz da demans, oğluna bağlı bir anne. Yedirsin içirsin bayılıyor oğlunun arkadaşlarına. Börekler, çörekler, yaprak dolmalar, zeytinyağlılar... Böyle tatlı, annelerimiz gibi yani...

Sizin için özelliği nedir bu rolün?

Farklı bir roldü, zira bugüne kadar ben hiç engelli oynamadım. İşitme kaybı var ve demans aynı zamanda ama farkında değil demansının, her demanslı gibi. Dolayısıyla da çok keyif aldım. Ben böyle bir durumda karşılaşırsam demek ki kendimle çok eğleneceğim.

Bazen enerjimden rahatsız oluyorum

Genelde sizin rolleriniz de çılgın oluyor aslında, çılgın tiplemeler…

Evet, biraz böyle bir çılgınlık katıyorum ben. Yani..

O rolle mi ilgili sizinle mi, siz mi rolü biraz değiştiriyorsunuz?

Hayır, bak şöyle oluyor. Bir ressamı resimden tanırsın, fırçasından, fırçasının vuruşlarından, işte renginden. Ben de en dramatik rolde de, karakter de olsa ya da tip bile olsa, ona muhakkak Suzan’ın birazcık çatlaklığını koyuyorum. Yani enerjim inanılmaz. Bazen kendim rahatsız oluyorum çünkü çevremi rahatsız ediyorum.

Hiperaktive mi bu?

Hiperaktifivite var ama hiperaktif demek istemiyorum, çünkü o bir psikolojik bozukluk biliyorsunuz aslında. Yani sığamıyorsun bir yere, her şey çok hızlı düşünüyorsun, çok hızlı konuşuyorsun, çok hızlı hareket ediyorsun. Ama bazen de çökebiliyorsun. Ama ben bunu hastalık derecesinde yaşamadım. Çünkü mesleğim zaten böyle de olmayı gerektiriyordu. Oyunculuk bu yönümü besledi. Ve kendimden çok mutluyum ama bazen etrafımdakiler rahatsız olabiliyor. Mesela oğlum sürekli bana şunu söylüyor; “Ya anne ne olur azıcık otur, başım döndü anne ne olur otur”. Oturduğum zaman da oturduğum yerde kıpır kıpırım. Yani böyle bir şey. Ben ilkokuldayken tabi bundan çok daha böyle hareketli bir çocuktum. Mesela ilkokul 1. sınıftan itibaren öğretmenler, tabi o zamanın öğretmenleri öyle hiperaktivitemiymiş de şuymuş da buymuş da kimse bilmiyor. Dikkat eksikliği var dediler. 5 dakika sonra başlıyordum mesela silgim şu masanın kenarında duruyorsa, hocayı dinlemekten vazgeçip silgimi aşağıya atıyordum. Haydi, masanın altına giriyordu. Masanın altına kalem koyuyordum, oradan oraya masanın altlarında dolaşıyordum. Sonra baktılar ki olacak gibi değil, hiçbir şey yapamazsam “Hocam ben tuvalete gideceğim” deyip çıkıyordum. Demek ki bunu fark etti hocalar, sonra hep beni sınıf başkanı yaptılar. Hep sınıf başkanı oldum yaramazlık yapmayım diye. Derslerde hoca benim sırama oturur, ben hocanın kürsüsüne otururdum. Bir zaman böyle gitti. Bir dengeye oturtmaya çalıştılar, başardılar da. O zamanın öğretmenleri böyle bir şeydi. Ve böyle yavaş yavaş sakinleşmeyi öğrendim, işte bugün de o sakinliğim böylece devam ediyor.

Çocukken hayal dünyam genişti

Peki, çocukken var mıydı tiyatro?

Vardı, olmaz olur mu? Diyarbakır’ da başladım ben ilkokula, babamın memuriyetinden dolayı. Okulun bahçesinde kocaman bir çınar ağacı vardı, o çınar ağacının gövdesine dayardım kendimi, bulutlara bakardım. Sahne yapardım işte orada, birini köpeğe, birini kadına benzetirdim ve radyo tiyatrosunda dinlediğim her neyse onları kafamda şekillendirir, onlarla konuşurdum. Hayal dünyası inanılmaz güzel bir çocuktum. Bazen gerçekte de, gerçek söylediğimde inanamazdı ailem. Ve tiyatroya girdiğim zaman, hiçbir engel görmedim. Çok desteklendim tam tersine. Yani böyle bir aileydi, benim ailem. Ve tiyatroya da çocuk yaşta karar verdim. Başka hiç bir meslek düşünmedim.

Bunu yapabiliyor olmak da büyük bir şans…

Bu mesleğin en güzel özelliği ne biliyor musunuz? Kimse silah zoruyla, kimse zorla oyuncu yapmayacak, tercih edilecek, siz istiyorsunuz. O yüzden bazı arkadaşlarımız hayıflanıyor ya, evet şartlar böyle, evet çok çalışıyoruz, çok geç saatlere kadar çalışıyoruz ama bu iş sevgiyle oluyor.

Birçoklarına Adile Naşit’in sıcaklığını hatırlatıyorsunuz…

Benim için çok güzel böyle bir şeyi duymak. Adile abla ile ben birlikte oynamadım maalesef. O zamanlar konservatuar hazırlık bölümündeydim. Ama şehir tiyatrosunun kulisinde bir kere karşılaşmıştık. Diyordu ki, “Sakın normal hayatında makyaj yapma.” Ben hiç makyaj yapmadım. Böyle tatlı tatlı sohbetler ediyorduk. Kim bilir belki, belki etkilendim de ondan, olabilir. Çok özel bir insan, benim için çok özel.

Bugüne kadar oynadığınız rollerden unutamadıklarınız hangileri oldu?

Kenter Tiyatrosu’nda Şafak Yıldızları diye Ali Rıza Galin’in bir oyunun oynamıştık. Orada Sovyetlerin dağılmasına yakın bir dönemi anlatıyordu. Olimpiyatlar sırasında barakalardaki fahişelerin başında duruyordum. Bu rol bana çok ilginç gelmişti ve çok zorlanmıştım. Zira insani taraflarından vazgeçmiş bir kadındı. Fakat ben onun insan tarafını da kaptım. Ali Rıza Galin geldiğinde dünyada 7 ülkede oynanıyordu bu oyun. Ve bana demişti ki, “Hepsinden farklı oynadın çünkü sen insanı sevdin.” Sonra “Gönül Suçları” diye bir oyun oynamıştık, oradaki karakter de çok çatlak bir kadındı. Onu da çok sevmiştim.

Gezi’yle birlikte siyasete yelken açmış olmak nasıl bir deneyimdi sizin için? Size ne kattı?

Daha önceden vardı. Türkiye’nin gidişatından her daim haberdar oldum. Politik olarak, birilerine bağlı değildim belki ama olayların farkındaydım. Çok gençken de konservatuardayken de ben işçi tiyatrosunda oynuyordum, grevlerde oynuyorduk. Şimdi de böyleyim. Ben ülkemi seviyorum çünkü. Benim ülkem çok değerli ve gerekirse mücadele edeceğiz tabii ki.

Devlet sanata ket vuruyor

Türkiye’ de kültür-sanat iklimine de değinelim isterseniz. Özgürlüklerin baskı altına alınması, kültür-sanat iklimine nasıl yansıyor?

Çok parlak değil, olmayan bir şeyi var gibi gösteremeyiz. İşte gördük Altın Portakal’ı, ulusal yarışmalara katılmayacağız. Yani en vahimi bu! Kaldır bari daha iyi. Sen ulusal yarışmalara katılmayacaksan, bu ülke içinde gerekli bir şey değil o zaman. Onun dışında işte heykeli yıkıyoruz yani. Resmi hiç var saymıyorum, galeri bulamıyor arkadaşlarımız. Bale yok, proje üretilmiyor. Çünkü üretmek için devletin ket vurmaması gerekiyor. Şimdi Türkiye’de neyin nasıl gittiği elbette ki önemli ama yine de iyi şeyler üretiyoruz, üretmeye çabalıyoruz. Şimdilerde insanlar 3 kuruşu bir araya getirip film çekiyor. İnadına devam edecek.