Roma’daki felsefe deneyimi bir yana, Yunan felsefesinin kendisi bile felsefe, bilim ve dini kapsayacak şekilde kendisinden önceki ve çağdaşı olan kültürlerin beslediği düşünce tarihinden bağımsız değildir. Mısır, Yahudi, Pers ve Hint deneyimi az ya da çok Yunan felsefe ekollerini etkilemiştir.

Roma’da felsefe var mıydı?

DR. C. CENGİZ ÇEVİK | @jimithekewl

Başlıktaki sorunun gittikçe azalır bir biçimde olsa da hala sorulabiliyor olması önemlidir. Çünkü bu soru temelde görkemli Yunan felsefe deneyimiyle yapılan ve adresi sadece Roma’yla sınırlı kalmayan bir karşılaştırmaya dayanmaktadır. Aynı soru Çin, Hint veya İslam düşünce gelenekleri bağlamında da sorulmaktadır. Dahası, yılda birkaç defa günümüz Türkiye’sinde de felsefe olup olmadığı konusu gündeme gelmekte, hatta dilimiz, kültürümüz, geçmişimiz veya yaşam tarzımızla felsefeye uygun bir toplum olup olmadığımız sorgulanmaktadır.

Başlıktaki soruya yanıt aramadan önce bu meselenin bizi ilgilendiren trajik bir yönüne değinmek istiyorum. Ülkemizdeki politika ve ekonomi kaynaklı sorunların somut failleri, onları yaratan tarihsel koşullar ve uygulanan yanlış politikaların anlamı üzerine kafa yormanın tehlikeli olabildiği bir dönemdeyiz. Bu yüzden sosyal medyada, “deniz salyasının oluşumunda hepimiz suçluyuz” örneğinde olduğu gibi, sorumluları değil, herkesi suçlayarak toplumun farklı kesimlerini, iktidarı destekleyen ve ona muhalif olanları bir noktada buluşturan, beğenilme odaklı “derin” görünümlü sığ analizler konforlu bir şikâyet alanı yaratmakta, ne yazık ki kimileyin sorgulayıcı aklın ve felsefenin eksikliği konusu da buna dahil edilmektedir. (Öyle ya, kim sorgulayıcı aklın eksikliğinden şikâyet etmez ki?) İyi bir sosyal medya kullanıcısıysanız, arada bir ülkemizdeki sorunların “felsefesiz toplum” olmamızdan kaynaklandığını ifade eden sosyal medya düşünürleriyle karşılaşmışsınızdır. Oysa bu ifade bir toplumun nasıl “felsefeli” sayılabileceği, tarihin herhangi bir döneminde idealize edilen türde bir “felsefeli toplum” deneyiminin yaşanıp yaşanmadığı (ben yaşanmadığını düşünüyorum), bugün böyle bir toplum olup olmadığı, toplumsal ölçekte olası felsefeli olma halinin hangi sorunları nasıl çözebileceği gibi birçok sorunu es geçerek sadece temelsiz ve gerekçesiz bir şekilde felsefeyi kutsayan bir girişimdir. Böyle bir ifadeyle karşılaşıldığında diğer tüm soru ve argümanlar bir yana bırakılarak toplumu reddeden Kiniklerin, Ephesos’luları terk eden Herakleitos’un veya zehir içmeye zorlanan Sokrates’in yaşadığı toplumların “felsefeli” sayılıp sayılamayacağı sorulabilir. Sonuç olarak bir yerde felsefe olup olmadığını sorgulama tarzımızın ve niyetimizin de sorgulanması gerektiğini düşünüyorum, sorunların kaynağını toplumun felsefesizliğinde bulma eğiliminden, en çok sorunların gerçek nedenlerinin konuşulmasını istemeyen faillerin memnun olacağı kanaatindeyim.

Başlıktaki soruya dönelim. Öncelikle “Roma’da felsefe var mıydı?” sorusunun büyük ölçüde bilgi eksikliğinden kaynaklanmakla birlikte yanıt beklemeyen, Roma’da felsefe olmadığına inanan kişilerin retorik sorusu olduğunu düşünüyorum. Öncelikle Roma’daki felsefe deneyimi bir yana, Yunan felsefesinin kendisi bile felsefe, bilim ve dini kapsayacak şekilde kendisinden önceki ve çağdaşı olan kültürlerin beslediği düşünce tarihinden bağımsız değildir. Mısır, Yahudi, Pers ve Hint deneyimi az ya da çok Yunan felsefe ekollerini etkilemiştir. Örneğin Diogenes Laertios’un meşhur eserinin giriş kısmından öğrendiğimize göre, tartışmalı bir tanıklık olsa da, Aristoteles (Arist. Fr. 35, Rose), Perslerin bilge büyücüleri olan Magos’ların Perslere, Keldanilerin Babillilere ve Asurlulara, Gymnosofistlerin Hintlere, Druidler ile Semnothei’in ise Gallialılara ve Keltlere felsefe öğrettiğini söylemiştir. Kea Mısırlılar arasında felsefeyi başlatan Nil’in oğlu Hephaistos’muş, din adamları ve kâhinler onların ilk filozoflarıymış. Vernon Arnold’ın Roman Stoicism kitabının başındaki (Cambridge, 1911: 4) şu sözleri boşuna değildir: “Felsefe çağı dünya dinlerinin çağıdır. Felsefe Çin’den İrlanda’ya iyi niyetli ve cesur ruhlu insanların, hep birlikte aynı gökyüzüne baktıklarını, aynı havayı soluduklarını ve her yeri çevreleyen aynı denizde seyahat ettiklerini anladıkları o milenyuma aittir.” Romalı Juvenalis’in “gökyüzünden indi ‘kendini bil’ deyişi” demesi (“e caelo descendit γνθι σεαντόν” Juv. 11.27) boşuna değildir. Dolayısıyla insanın kendisinin ve evrenin varoluşunu anlamlandırma çabası olarak felsefe dünyanın farklı coğrafyalarına ekilmiş bir tohum gibidir, ekildiği yerin niteliklerini barındırır, sadece Yunan deneyimiyle sınırlandırılamayacak bir “bilgiyi ve bilgeliği sevme” etkinliğidir. Dahası Yunan felsefe deneyiminin kendisi de her dönemde homojen bir niteliğe sahip olmamıştır: Yunan felsefe tarihinin başlangıcı olarak görülen Presokratik veya Sokrates öncesi dönem, Helenistik dönem felsefesinden yöntem ve içerik bakımından oldukça farklıdır, hatta Presokratik döneme ait filozof ve ekoller de birbirlerinden oldukça farklıdır. Örneğin kimileyin açık kimileyin kapalı bir cemaat yapılanmasının başı olan Pythagoras’ı münzevi Herakleitos’la, geleneksel inanışları ve toplumun değer yargılarını şiir yoluyla tartışmaya açan Ksenophanes’i mistik yönleriyle öne çıkan Empedokles’le bir tutmak mümkün değildir. Doğa araştırmasını öne alan Miletoslular ile Atomcular farklı dönemlerin olduğu kadar farklı düşünce tarzlarının da temsilcileridir. Hellenistik Dönemi önceleyen Sokrates’tir. O Romalı devlet adamı ve “filozof” Cicero’nun deyişiyle (Tusc. 5.10), “felsefeyi gökyüzünden yeryüzüne indirmiş ve insanları yaşamı, davranış tarzlarını, iyi ve kötü şeyleri araştırmaya zorlamıştır”, böylece doğa araştırması felsefenin gündeminde ikinci sıraya düşmüştür.

Roma’da ise felsefenin en eski izine mitolojik tarihte rastlıyoruz. Roma’nın mitolojik kurucusu Romulus’tan sonra kral seçilen Numa’nın İtalya’da iyi bilinen Pythagoras’ın öğretisinden etkilendiğine dair anlatılar vardır, Cicero’nun dahi anakronik bulduğu bu ilişkilendirme tarihsel açıdan temelsiz olabilir. Ancak Roma’nın çağlar boyunca varlığını sürdüren politik ve dinî kurumlarını tesis etmesiyle ünlü olan Numa’nın fikrî arka planını bir filozofa dayandırma eğiliminin Romalıları rahatsız etmediğini düşündürmektedir. Felsefenin varoluşa dair sorgulayıcı yönünün geleneksel değer yargılarını ve iktidarın temsillerini rahatsız etmesi kaçınılmazdır, bu yüzden Vernon Arnold (a.y.) felsefenin her ülkeye ilkin “bir parçalara ayırma gücü olarak” geldiğini, vatanseverliğin ve inancın köklerine saldırdığını, kralın ve rahibin otoritesine meydan okuduğunu, ancak kendine bir zemin bulunca da yeni bir vatanseverlik, yeni bir inanç oluşturduğunu söyler. Kuşkusuz son kısım, yazarın sözünü felsefenin kitlesel gücünü abartan iddialı bir söyleme dönüştürüyor, ancak felsefeyle ilk karşılaşıldığında toplumsal ve politik açıdan rahatsız edici bulunabileceğine dair bir fikir vermektedir. Nitekim Numa’yı bir filozofla ilişkilendirmek Romalıların kurumlarının ardında yüce bir düşünce sisteminin bulunduğunu savunmak anlamına gelebilir ve bu Romalıların kendi politik düzenlerini yüceltmelerine bir vesile olmuş olabilir. Ancak Romalılar MÖ 155’te ilk defa gerçek Yunan filozoflarıyla karşılaştıklarında felsefeye verdikleri tepki oldukça sert olmuştu. Roma’nın bölgesel egemenliğini tartışmaya açan filozof Karneades’i ve onunla birlikte elçi olarak gönderilen diğer iki filozofu hemen kentten kovmuşlardı.

Ancak Yunan kültürünün, eğitim anlayışının ve edebiyatının Roma’yı etkilemesiyle birlikte MÖ birinci yüzyılın başından itibaren Yunan felsefesinin de Romalı entelektüeller arasında yayıldığını görüyoruz. Roma’nın politik egemenliği, Yunan filozof ve felsefe ekollerinin de Roma’nın şemsiyesi altına girmesine neden olmuştur. Nitekim İskender’in ölümünden Roma İmparatorluğu’nun kuruluşuna kadarki dönemi ifade eden Hellenistik Çağ, aynı zamanda adım adım Romalı felsefenin veya Roma’da felsefenin kuruluşunu da ifade eder. Stoacılık, Epikurosçuluk ve Akademiacılık Yunan filozoflar tarafından Romalı devlet adamı ve entelektüellere öğretilmiştir. Cicero’nun diyalog formunda yazdığı felsefe eserleri, eserleri günümüze ulaşmamış olan kimi filozofların ve ekollerin görüşlerini günümüze aktarmaktadır, eğer onun eserleri olmasaydı bu ekollere dair şimdiki bilgimiz önemli ölçüde azalmış olurdu. Cicero sadece eski öğretilerin günümüze kalmasını sağlamamış, aynı zamanda Yunan felsefe dilini Latinceye aktararak Latince yazılıp düşünülen Ortaçağ felsefesinin dilsel zeminini oluşturmuştur. Cumhuriyet döneminde Romalı şair Lucretius’un Epikurosçuluğu gibi imparatorluk döneminde de Seneca, Marcus Aurelius, Musonius Rufus ve Epiktetos gibi filozofların Stoacılığı da dikkat çekicidir, öyle ki bu dönemde ekol “Roma Stoacılığı” olarak bile anılmıştır.

“Roma’da felsefe var mıydı?” sorusuna layıkıyla yanıt verebilmek için sayısız alıntı, olay ve kaynaktan söz etmek gerekir. Ancak bu, daha önce de söylediğim gibi, yanıt beklemeyen retorik bir sorudur. Bu tür retorik sorular bizi kışkırtır ama düşünmeye davet ettiği ölçüde anlamlıdır