Yılmaz Gruda bugünün insanının fazla okumaya tahammülü olmadığını belirterek, “Roman bana göre, çağımıza uygun, hızlı, etkin ve vurucu olmalı… Metafor’lara boğulmadan… Şairene sözlerle söyleyebilirsin, onlar da gerekebilir. Önemli olan söylemek istediğin” diyor.

'Roman çağımıza uygun, hızlı, etkin ve vurucu olmalı'

Kadir İncesu

Yılmaz Gruda’yı pek çok sanatsever, tiyatro sahnelerinden, sinema filmleri ve dizilerden tanıyor, seviyor.

Gruda’yla “Karşı Roman” olarak adlandırdığı, Berfin Yayınları tarafından yayımlanan “Gelir Ergeç” ile Bilgi Yayınevi tarafından yayımlanan “Sultan Abdülaziz Vak’ası” ve “Yeşilçam Cehennemi” adlı romanları üzerine konuştuk…

► Son üç romanınızı “karşı roman” olarak adlandırıyorsunuz. Karşı roman derken ne demek istiyorsunuz?
Karşı roman, çağı ıskalamayan /çağı yakalamaya çalışan bir yapıda! Ortalık, genelde “mac-mac” sandaviç yiyenlerden, kola içenlerden geçilmiyor! Çok laf da pek sevilmiyor! Amma ki, onun karşısına da… O noktaya geleceğiz, iki-üç lâf sonra… Ne ki, biz sanatçı olarak, bir ‘şey’ler aktarmak zorunda olduğumuzu düşünenlerdeniz. Ben, bunu romanla yapacaksam eğer, bizlerin, ‘çağcıl’ bir romanın yer alabileceği düşünce çerçevesini iyi bilmesi lazım. Ortalıkta ‘tuğla’ gibi romanlar var. Bir şeyi anlatmak için, adam 5 saat konuşuyor; adam bir yere gidecek, oraya gidebilmesi için bizi 60 sayfa dolaştırıyor!... Ben ise, yalınkat diyelim: “Orada bir ‘taş’ parçası var… ya da… burada bir ‘ağaç’ var: ‘Ağaç’ var; diyorum; dikkat et!” Sonra da diyorsun ki: “Gerisini senin düş gücüne bırakıyorum!” Önemli olan benim sana mesajım, aksiyon. Bunları vermek önemli… Bugünün insanına bakıyorsun; az önce de değindim: ‘Sandviç yiyor, fazla okumaya tahammülü yok!... Ben bu adama “Gel; birik; oluş!” diyorum bu yolla!
Roman bana göre, çağımıza uygun, hızlı, etkin ve vurucu olmalı… Metafor’lara boğulmadan… Şairene sözlerle söyleyebilirsin, onlar da gerekebilir. Önemli olan söylemek istediğin… Tekraren: Ama imâ’larla; bağıra bağıra değil. Bunu ispatlamak için kalktım, sözünü ettiğin romanları yazdım.

► Üç romanın okurlarda nasıl bir etki yaratmasını bekliyorsunuz?
Şöyle bir etki istiyorum: “Biz, çeşitli ‘güdücü’ söz cilveleriyle, allanıp-pullanıp piyasaya sürülen, “büyük büyük(!)” romanlar okuyoruz; hani, bir ‘şeyler’ öğrenelim! Adam, keçiboynuzunu koymuş önümüze, bir tutam ‘mesaj’ için! Amma ki, bütün o patırtıya-gürültüye; bir tutam bal için, batmanla kıymık’a / lâfa gerek kalmadan, mesaj da verilebiliyor Var böyle bir roman işte! Nedir o? Beni hızla evime / masama götürüyor, beni hızla bir fikre, düşünceye götürüyor, aksiyona götürüyor.” dedirtecek bir romanın peşinden gidilmesini bekliyorum.

► Üç kitabınızın da İkinci Yeni özelliklerini düzyazıya taşıyan bir nitelikte olduğunu söyleyebilir miyiz?
Öldüğümde, mezar taşıma “Şair” yazsınlar derim hep!... Şairim ben, ister istemez bazı sözcükleri çekici kılabilmek için, İkinci Yeni’den geldiği izlenimini bırakan bazı söz oyunları yapıyorum. Revnak / renk katsın diye.

► Konuyu imâ ile gizleyerek, merak uyandırarak sonuca ulaştırmak…
Evet… Lâfı dağıtmadan; mesaja yaklaşırken ‘bir şeyler oluyor / olacak’ izlenimiyle sonuca ulaştırmak... İlginç, ironisi bol deneme’lerin, şiirlerin Usta yazarı Salah Birsel, benim için bir yazı yazmıştı: “Sen Beni Sev” adlı kitabında. “Çarmıhtaki Yeni Mehmet” adlı şiir kitabımdan bir bölüm alarak, karşısındaki adama: “Bak burada metafor yok, kuş yok, bülbül yok. Şu böyle, bu öyle demeden bana her şeyi anlatıyor. İşte ‘sıkı-şiir’i yaratan adam… Şiir ille de metafor yığını değil” diyor. (Bir bakıma, romanlarım da ‘sıkı-roman!’) Kastım, mümkün mertebe değişik, çarpıcılığa giden, bir şey söylemeyi hedef edinen bir şiir yazmak.

► Ama yeni bir söylem ile…
Kendiliğinden değil, yeni bir söylem yapacağım diye değil. Benim kafamdaki biçem/içerik tayin ediyor biçimi. Diyelim, dünya görüşüm açısından, beni tedirgin eden, etkileyen bir olgu var. Soru olarak ortaya konulacak ya da tanık olarak yarına aktarılacak. O olgu, istediği, gerekli kıldığı okumalara, araştırmalara yönlendiriyor. Derken, bu birikimden kaynaklanan biçem, sana bir biçim dayatıyor. “Bunu başka bir biçimde anlatamazsın!” diyor. Hikâye bu.

roman-cagimiza-uygun-hizli-etkin-ve-vurucu-olmali-633792-1.

► Okur, romanlarınızdaki felsefi derinliği anlamak için nasıl bir yolculuğa çıkmalı?
Yazar, ister istemez okurdan da bir çaba bekliyor. Senin eğer bir birikimin, dağarın yoksa o sözümü anlaman mümkün değil. Diyelim ki birikimin yok! “Burada ne demek istiyor?” sorusuyla, seni başka kitaplara gönderiyorum. Seni dağarını zenginleştirmeye gönderiyorum. Okurun da görevlerinden biri bu olmalı. Romanı da bir bakıma okur: Yazar! Okur, romanı yazar, birikimine, dağarına göre… Şiirde de aynı şey. Ben şiiri yazıyorum ama, o şiiri okur, kendi dağarıyla yeniden yazıyor. Ben başka bir şey anlatmışım, okur farklı şekilde yorumluyor. Böylece kendisi de yazıyor.

► Aslında bir sonraki sorumu da yanıtlamış oldunuz: “Bu durum okuru geliştirmek isteyen sağlıklı bir yazar tarzı olabilir mi?” diyecektim…
Romancının görevlerinden biri o. Onu okuyan değil; arayan, araştıran, sorgulayan… “Şüphe” denilen korkunç bir hazine var. Tüfek, tabanca: Soru sormak! Soru sorarsan, bir yere varırsın. Neticeye değil, neticeye nereden geldiğini sorarım önce. Soru sormak kadar güzel bir şey yok. Maksim Gorki korkunç bir adam örneğin. Hikâyelerinden bir tarih çıkarıyorsun. Koca Rus İmparatorluğu’nu çıkarıyorsun. Balzac’ın bütün romanlarını içeren “İnsanlık Komedyası” var. Roman-lar değil, ansiklopedi. Müzik, şiir, yaratı, toplumsal yapı vb. var. Romanın kastı, seni donatmak.

Karl Marx’a bak. Balzac’ı, Stendhal’ı okuyor, Dostoyevski’ye bakıyor. Oradan kalkıyor , oradan ulaşıyor gerçeklere!... Bak yazar-çizer ruhçulara, nerdeyse Dostoyevski’den başka adam yok ellerinde. Dostoyevski’yi bir kenara bırak. Freud, Yung, Adler’in “fidelik”i, nice roman (şiir,oyun) var!…

Her roman bir şey söylemeli. Ben de elimden geldiğince bir şeyler söylemeye çalıştım… Bir şeyler söylememin çerçeve’sinde hep şu tutum var: ‘Lâfın uzunu, aptala söylenir’ halk deyişine yaslanan; hattâ, yalınkat söylersek: kimi olguları, birden öne çıkaran / birden geri çekip ‘teaser’a alan Brecht’yen vurgulamalar /göndermeler yapan; ironik ögelerle süslenmiş; bellekleri kullanılır duruma getiren; giderek, düşgücünü artırıp, zenginleştiren roman-lar yazmak! Sanırım, o 3 adet roman’da da yaptım!- gibime geliyor!... Şimdi kafamda yeni bir roman var.

► Yeşilçam nasıl bir cehennem ki herkesin hayalini süslüyor? Emekçileri sokaklarda açlıktan öldürüyor…
Herkes kolay zannediyor. Yakışıklıyım ya da güzelim, ezberi yaparım, oynarım diyor. Ama donanım yok. O zaman yok oluyor! Prodüktör ise, o güzelim gençleri, deyim yerindeyse , “bir bâde”ye oynatıyor! Ortalıkta da, maalesef, adamın seçenekleri gümrah! Konservatuar mezunlarının, ders verdiğim öğrencilerin çoğu dizi peşinde! Soruyorlar: “Hocam ben bu kursu bitirdiğimde hemen dizilerde oynayabilir miyim?”

► Cehennem bitmiyor. Bir yangındır gidiyor; yanan yanana!….
Biz maddeten de yanmıştık! 1960’lar, filmde oynuyorsun. Ortada para yok; diyelim, 100 liralık bir senet veriyorlar. “Tamam, sağlamdır!” diyorsun. Diyorsun ama, yiyeceğe-içeceğe para yok! Daha fazla bekleyemiyorsun: Senedi tefeciye götürüyorsun: O 100 liralık senet karşılığında 45 lira alıyorsun! Adam senedi alıyor, sahibine götürüyor, merdiven altında, bu ‘cilve’den kendi payı neyse, 10-20; alıyor! Tezgâhı görüyor musun? Görüyor musun ‘cehennem’i?
► İki ismin sizde ifade ettiklerini öğrenmek istiyorum: Suphi Kaner ve Orhan Kula.

Orhan Kula, “İşler-Güçler” dizisi yönetmen ve senaristi Selçuk Aydemir’in -dizide- ortaya attığı bir tip. Benim, teşekkürle aldığım bu tip’ten kotardığım bir “prototip” Kula.. O prototip’in arkasında neler var, derûnunda neler var; onu görmeye / göstermeye çalıştım.

roman-cagimiza-uygun-hizli-etkin-ve-vurucu-olmali-633793-1.


Suphi Kaner çok iyi aktördü. İyi arkadaştık. Ne çeki’lerden gelmişti!... Genelde “jön”lerin en iyi arkadaşı rollerini oynuyor. –Onu tanıması/bilmesi gereken - Şirket, çağırıp, avansı veriyor. “Koş şimdi falanca yerdeki set’e!” Gidiyor. Bir de bakıyor ki, “Hadi oyna!” dedikleri, iğrenç bir ‘röntgenci’! “Ben bu rolü oynamam! Bunca yıllık ‘konumum’a ters!” diyor. Sen misin o hayır’ı diyen? Prodüktörler şu ya da bu açıdan birbirine bağlı ya; hemen çalıyor piyasadaki çanları: “Buna rol verenin canına okurum.” Tabii başlıyor işsizlik! Sinemadan başka bir iş yapamıyor. O yokluk içinde yapacağı en iyi işi yapıyor; daha doğrusu, yaptırıyorlar! Acıdır, kahredicidir: Nembutal ile terk ediyor bu dünyayı!... Hiç unutamadığım güzel “adam”lardan biriydi. Yer verdim bu “katliâm”a; “Görün!” diye. Amma ki, gören nerde? Daha niceleri var!... Unutamadığım bir olgu da: Jön-dam’lar / başroller oynayan “usta” bir hanım oyuncu’nun, -“reel:” bir Bar tuvaletinin kapısında, ellere kolonya serpen bir “kadın” durumuna düşürülmesi! Kalacaksa 3-5 kişi kalır.
Olguyu (kurtarıcı “şey”lerden kalkarak dile getirirsek: Her yazdığın şey, bir şey söylemeli. Ben de mümkün mertebe bir şey söylemeye çalışıyorum!

► Üç romanı yazarken yaşadığınız kaygılar oldu mu?
Hayır. Kalemime ne geliyorsa onu yazıyorum. Otosansür yok. Gerçekleri söyleyemeyeceksen / çekineceksen niye yazıyorsun? ‘Kalemine’ derken: İçerik, kalemine ne getiriyorsa o şekilde yaz. Hiçbir zaman bir kaygım olmadı.

► Gelir Ergeç’te şöyle bir bölüm var. “İnsanı taşıyor sırtında bu roman” diye… Gelir Ergeç’ten biraz söz eder misiniz?
Çok roman yazılıyor. Başka bir roman yazmak istiyordum. Bütün “mevcudiyetiyle” bir aşk romanı (ki, piyasaya da egemendir hani!) yazmak yerine, ne yapılabilir diye düşünüyordum. Dedim ki, -toplumun çerçevesi bağlamında elbet- bir insanın “bir” sıkıntısını içeren “bir” şey yazayım. Bunun yanı sıra, okuma farklılığı getirecek bir şey bulayım. İlk bulduğum, tiyatrodan müdevver: Diyalog. ‘Kalkar, yürür, falan’ parantezleri de yok! Her şey diyalog-içre! “Ee, hangi konunun /olayın çerçevesinde?” Onu da buldum: Ben burada/İstanbul’da oturuyorum, sevgilimle beraberim. Adana’da da sevgilim var. Oraya gidemiyorum, burayı bırakamıyorum. Ne yapıyorum? Kendi kendime bahaneler arıyorum. İnsanoğlunda vardır bu. Bahane ararsın, kaçarsın vee yapmazsın!… Başlıyorum ‘bahane’ler in dökümüne ve üzerlerine gitmeye. Örnekse: Önce ‘Mesafe’ kavramı geliyor önüne. Âdem ile Havva indiği andan itibaren mesafe kavramı /varlığı da ortada zaten! Kahramanım, ‘adam’a / karakter’e dönüştürdüğüm Mesafe ile didişiyor. Mesafe de zeki bir bakıma. Ve de entelektüel hani!... Bir diğer örnek: Nerdeyse, vücudumuzun bir “organ”ı durumuna dönüşen / bizi biz olmaktan savuran ‘Akıllı Telefon’ var! Onunla da cebelleşiyor… İstanbul-Adana arası, bir gitme-gidememe çerçevesindeki bütün nesneleri, kavramları bir karaktere dönüştürdüm kısacası! Bu yaklaşımla, okuyanın önüne koydum eğrileri -doğruları!... Roman yazarlarını da eylemleri bağlamında silkeleyen bu romanın, en önemli farklarından biri de: 2 adet ‘final’e/son’a’ sahip olması! İlki: Sonuç’ta, roman kahramanı bu “tebelleş” olduğu “varlık”ları toplayıp diyor ki: “Evvet, beyler, ben gidiyorum Adana’ya!”. “Aman be, çok şükür kurtuluyoruz senden” diyorlar… İkincisi: Son lâfa geliyoruz: “Gidiyor musun Adana’ya?” diyorlar. “Hayır, beyler” diyor. “Benim ne Adana’da, ne de İstanbul’da bir sevgilim var! Romancı denen o ‘cana-var: “Böyle bir olay olsaydı eğer, bağlamlarıyla birlikte, ne-ler olurdu acaba?’ demek istemiş!” diyor.

► “Romanda yaptığımı şiirde de yapmışım” diyorsunuz… Aslında yazına bakış açınızın temeli de bu olsa gerek…
Tabii… Söyledim: “Ne”yi değil, o herkesin bildiği “ne”yi,“nasıl ve ne şekilde” sunduğun önemli. İçerik senden ne istiyorsa, onu yapmak önemli. Elma bahçesini yazacaksan, armudu filan metafor(!) olarak getirme! Bir elmadan yola çıkarak, -hele Havvâ’yı düşün- dünyaları anlatırsın! Çekirdeğine gel meselâ… Nerelere gidiyorsun? Marksizm’e de gidersin, çekirdekten… Yalınkat: Çekirdeği atıyorsun toprağa; toprak içre neler ala ala, dönüyor dolaşıyor, sana elmayı veriyor, tekrar çekirdeğe dönüyor! Kısacası, gör derûnunu elmanın!...

► Gelecekle ilgili planlarınız neler?
Bir stand up hazırlıyorum… Planım yok, olamıyor da!. Bir oyun teklifi gelecek, oynayacağım; bir dizi teklifi gelecek, oynayacağım. Bekliyorum… Stand up çalışmalarımdan ötürü yeni romanıma başlayamamıştım. Kahramanlarım da hazır. Kahramanlarım yaşayan kişiler. Entel-dantel bir beyân: Derûndaki tezgâh, amorf’u, kristalize etmeye başladı!! Adı da: “Consummatum est: Buraya kadar!”

► Bunca yılda ne kazandınız?
Parasal açıdan sıfır, bu kesin… Evim yok. Kızımın evinde oturuyorum… Bizim kuşakta birikim yok. Şimdi ortalıkta “ahbap çavuş” rakamları var; ‘bize’ verilmiyor! Film, dizi yoksa, emeklilik maaşımla, düzenimizi korumaya çalışıyoruz.!

Diğer “Birikim”lerime gelince: Yıllarca hep okudum. Hâlâ okuyorum. Sürdürüyorum birikimi. Okuyorum. Okuyacak; tekraren okuyacağım yüzlerce kitabım var! Tabii bu ‘okuma’lar en büyük hazinem!... Yazdıklarımın temelleri. Yaşamımın da!... Çok önemli bir “birikim” daha: O güzelim ‘halk”ımı tanıdım! ‘İnsan’- güzel İnsan’ları tanıdım. Seni tanıdım. Ne güzel! Bugün buraya benimle röportaj yapmaya, fotoğraf çekmeye birlikte geldiğin Merve kızımızı tanıdım.