Her gece Barok korkular yaşardım, çocukluk işte. On yedinci yüzyılın Barok tablolarındaki bedenler gibi karanlığın içinden ışığa doğru fırlardım. Karanlıktan korkardım çünkü, bir an önce karanlıktan kurtulup ışığa ulaşmaktı amacım. Sorun, radyonun alt katta olmasıydı, hoparlörün ise üst katta. Her akşam radyoyu açmak bana düşerdi. Merdivenlerin başında durup aşağıdaki karanlığa ürpererek baktığımı, hızla merdivenlerden inip önce ışığı, ardından da radyoyu açtığımı, sonra ışığı kapatır kapatmaz, arkamdan birileri kovalıyormuşcasına bir solukta üst kata çıktığımı dün gibi hatırlarım. Radyoyu kapatma zamanı geldiğinde bir de bunun tekrarı vardı; her gece Barok korkularımı iki kere yaşardım. O zamanlar vavien bilinmiyordu ya da biz bilmiyorduk. Taylan Biraderler’in Vavien (2009) filmini izlerken, karanlığa korka korka inişlerim, sonra da karanlıktan hızla kaçışlarım gelmişti aklıma. Keşke vavienimiz olsaydı demiştim. Nasıl da karanlıkla korkutmuşlardı bizi, karanlıkta öcüler vardı. Şimdi düşünüyorum da karanlıktan değil, asıl aydınlıktan korkmalıydık.

Aşırı aydınlık zamanlardayız. Ve ışık o kadar despotik ki her yönden üzerimize düşüyor; karanlık hiçbir tarafımız kalmadı; gölgelerimizi de yitirdik. Gölgelerimiz bizi zemine, yeryüzüne, birbirimize bağlardı. Karanlığınızı yitirmişseniz, zeminden keskin çizgilerle ayrılmış bir Rönesans figürüsünüzdür. Rönesans çizgiseldir, figürler zeminden net bir şekilde koparılmış; figürler kendi üzerlerine kapanmıştır; sınırları keskindir. Çizginin ağır bastığı Rönesans üslubunda figür üretmek için sert uç kullanılırdı (Heinrich Wölfflin, Rönesans ve Barok, Janus). Bugün de biyoiktidar, bedenleri toplumsal zeminden koparmak ve kendi üzerlerine kapatmak için sertlikten, şiddet kullanmaktan hiç kaçınmıyor. Yerli ve milli Rönesansımızı yaşıyoruz. Keskin çizgilerle toplumsal zeminden koparılmış, anatomik sınırlarının içine kapatılmış figürler Rönesans tablolarında olabilir ancak. Hem tek tek bedenlerin hem de nüfusun biçimlendirildiği bir toplum, uyum yaratmak için parçaların zorla bütüne boyun eğdirildiği Rönesans kompozisyonlarını andırıyor.

***

Barok üslupta ise formların keskin sınırları yoktur; formların sınırları karanlık zeminin içinde erir gider. Bedenlerin sınırları sahil şeritlerini andırır; ışık ile gölgenin sürekli dalgalandığı oynak sınırlar. Gölgelerle birbirine bağlanan gruplar, ışıklı bir tonalite sayesinde bir arada tutulur. Artık figürler değil, kütlelerdir görülen. Rönesans çizgisel düşünürken Barok kütlelerle düşünür. Ve Rönesansın, parçaların bütüne boyun eğdiği uyumlu, simetrik, sayısal kompozisyonlarında geçerli olan kurallar da ortadan kalkmıştır. Bedenleri yakalayıp dışsal niteliklerine göre bağlamlarından soyutlayarak sınıflandıramazsınız; kesinliğin yerini muğlaklık almıştır. Jean-Jacques Rousseau, 1761 yılında yayınladığı Yeni Heloise adlı romanında toplumu adeta Barok bir tablo olarak betimliyordu: “Gözüme batan heyûlalar görüyorum yalnızca, ama tutunmaya çalıştığım an yok oluyorlar.” İnsanı içine çeken bu heyecanlı, çarpıntılı hayat karşısında kendinden geçer Rousseau’nun kahramanı.

***

Gölgelerinde kendimizi yitireceğimiz bir hayat yok artık. Her yeri aydınlattılar. Gölgeniz yoksa heyûlaya dönüşemezsiniz. Heyûla: Yunanca madde anlamına gelen hyle’nin Arapçası; heyûla biçimsizdir. Spotların altında gölgelerimizi yitirdikçe aşırı biçimli figürlere dönüştük; kullanışlı parçalara. Çocukluğumda karanlıktan kaçıp ışıklı alana doğru her fırladığımda hanenin reisine sığınırdım. Büyüdük; bu kez kaosla korkutuldukça yine despotun ışığına sığınıyor ve sığındıkça toplumsal zeminden kopuyoruz. Alt katın karanlığı da kalmadı artık; vavien var. Despot üst kattan vavieni açtığında, alt katta çırılçıplak yakalanıyoruz. Biçimsiz olandan asıl korkan despottur; tutamadığı, tutunamadığı heyûlalardan. O yüzdendir Komünist Manifesto’nun açılış cümlesinin heyûla ile başlaması: “Avrupa’da bir heyûla dolanıyor, komünizm heyûlası”. Yine 1 Mayıs; heyûladan bize yadigâr kalan. Hayatı gölgeli sulara dönüştürebilir ve yeniden heyûlalara dönüşebilir miyiz? Gölgelerimize yeniden kavuşabilir miyiz? Gölgeler, ele geçmeyen doğamızdı. Gölgeler, bizi çağırıyor!