Gökyüzü yıldızların örttüğü incecik görünmez ağlarla kaplıydı. Yazdan dönen mevsimde yeni ay o gece belirmişti. Parlak sarı hilal, yelkenlinin kuzeybatı yönünde asılı cılız bir fener

Gökyüzü yıldızların örttüğü incecik görünmez ağlarla kaplıydı. Yazdan dönen mevsimde yeni ay o gece belirmişti. Parlak sarı hilal, yelkenlinin kuzeybatı yönünde asılı cılız bir fener. Çıplak bekaya ve salt işgal edilmemiş olmayıp parçalanmış arzularıma ait bir köken.

Dingin görünen siyah sular, Gerence rüzgârının etkisiyle dalgalanarak yelkenliye sertçe vurduğunda artçı sarsıntılar başladı. Yelkenleri indirmeye çalışırken aldığım darbeyle ahşap zemine oradan da denize doğru yuvarlanmıştım. Sol bacağımda yanma hissi hasıl olsa da kısa sürede ayılarak suyun içinde güvenlik halatını aramaya başladım. Halatlar, icatlarımdandı. Yelkenlinin önüne doğru sağ ve sol demirlere çok uzun olmayan urganlar bağlamıştım. Rüzgârın şiddetlenerek Poyraz’a döndüğünü dalgaların yükselmesiyle fark ettim. Sol bacağım yanıyor, kasılıyor ve parmak uçlarımda da bir yük hissediyordum. Muhtemelen denizanası ya da yosun tomarı gibi bir şeydi. Yelkenler indirilmediğinden tekne kanatlanmaya hazır tam yol ileri giderek an be an hızlanırken aramızdaki mesafe açılmıştı. Halatlar görünmez bir el tarafından kesilmiş olmalıydı, bulamamıştım. Ağır aksak kendi karanlığımda, loş sığınağında gecenin, kararsız yordamıyla değneğimin peşi sıra derinlerden bir çağrı…

Yüzmeyle birlikte dalmayı da öğrenmiş, capcanlı renkleriyle muazzam su altı dünyasını çocuklukta keşfetmiştim. Jules Verne okumalarıyla paralel her denemede daha da diplere giderek yıllar sonra belleğimde şekillenecek labirentleri gezinmiştim. Mağaraları, türlü balığı izleyerek hiçbir anında korkuya kapılmadığım sualtı yolculuklarında bitimsiz merakla akıntıları gözlediğimde tanrılar, mitik früstürasyonlar ışık hatlarıyla belirirdi(Hiç kimse inanmazdı buna ama…).  Nefesimi tutmuş siyaha daldığımda anlık endişem dağılmış bildiğim sualtı beni kucaklamıştı. Yirmi metreyi aşan diplere dağılan bedenim. Sızlayan sol bacağımdan itici bir güç yelkenliye yaklaştıran, kopkoyu sularda gözümü alan gümüşi bir ışıkla halatın ucunu yakalamıştım. Çiseleyen yağmur şiddetlenmeden yelkenliye çıkmıştım. 

Yerçekimi kanunu gibi mutlak, ancak uymamın mümkün olmadığı kurallar içinde yaşıyordum. Başka bir deyişle yaşayamıyordum. Zaman ve sudan oluşan denize dalmış, kıpırtısızdım. Dalgalar… Boşluk ve mahrumiyet; dışarının alımlılığı kendisinden en uzağa geri çekilen ve sanki ona ulaşmak mümkünmüş gibi ona doğru ilerlememiz için yaptığı işarete çöken yokluk olabilir.

Sol bacağımdan sızan kan kurumuştu, nal biçimine benzettiğim bir morluk seçilebiliyordu. Yelken direği çarptığında derimi yırtmış dengemi bozarak suya savurmuştu. Kurumuş kanla birlikte parmak uçlarıma yapışmış o minicik bedeni fark ettiğimde çağlar öncesine Dionysos’un ruhuna uzanmıştım. Sarı çizgili bir denizatı bacağıma yapışarak yolu göstermişti.  Deniz tanrısı Poseidon’un derinliklerdeki arabasını çeken denizatlarıydı. Ender zarafetiyle az rastlanan bu varlık küçük bedeninde sonsuzluğun soluğunu, çift ruhu taşır.  Denizde başkalaşan yollar. İdarksız bir kalabalığın ortasında süregelen mucizevi anlar. Düşünce ve duygularını yitirilmez bir miras gibi içimizde taşıdığımız sayısız kuşaklar ırmağının içine gömülü olduğumuzu seziş anı… Kızıllığıyla göz kamaştıran gündoğumu denizi tirşe rengine bürüyor, içinde okyanusu barındıran o gözlere… O, Pegasus olduğunu biliyor. Derin bir yarık, uçurum, kapanamayan bir aralık.  Ve  “Aralık” kuramı iki şey, varlık, durum, oluşum arasındaki uzaklığı ölçen “mesafe” kavramından farklı olarak, birbirinden çok uzak olan herhangi iki şey arasındaki “yakınlık” derecesini ölçmeye adanmıştır. Böylece aralık ayrılmanın, uzaklaşmanın, yabancılaşmanın keskin eleştirisinin temel kavramlarındandır. Rota büyük amfi tiyatroya çevrili, adalar arasında köklerime doğru yelken basmakta.

*sürecek