Seçimlerin 14 Mayıs’ta yapılacağı, Erdoğan’ın çarşamba günü partisinin grup toplantısındaki konuşmasının ardından netleşti. Şimdi tarihin resmi olarak kesinleşmesi için 8-14 Mart arasında Cumhurbaşkanı tarafından erken seçim kararı alınması bekleniyor.

Tarihle ilgili belirsizlik bulutunun dağılmasının ardından 112 gün sonra yapılacak seçimlerle ilgili hukuki tartışmalar hız kazandı. Bunların başında Erdoğan’ın adaylığı geliyor. Kanun yoruma yer bırakmayacak şekilde “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir” hükmünü içeriyor. Bu ibare, 2014 ve 2018’de doğrudan halk tarafından iki defa cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın üçüncü defa cumhurbaşkanı adayı olamayacağına vurgu yapıyor. Üçüncü kez aday olabilmenin tek istisnası Meclis’in cumhurbaşkanının ikinci döneminde 5’te 3 çoğunlukla (360) erken seçim kararı alması. Ancak AKP ve MHP’nin vekil sayısı (334) erken seçim kararı almaya yetmediğinden ve muhalefet partileri 6 Nisan’dan önce yapılacak bir erken seçime destek vermeyeceklerini deklare ettiğinden, bu seçenek fiili olarak devre dışı.

İkinci bir tartışma konusu ise seçimlerde hangi kanunun geçerli olacağı. Hatırlanacağı gibi geçen yıl değiştirilen seçim kanunu 6 Nisan’da yürürlüğe girmişti. Değişiklik özetle, Cumhur İttifakı’nın alacağı oyla maksimum sayıda vekil çıkarmasını sağlamak amacıyla yapıldı. Değiştirilen seçim kanunları, 1 yıl içinde yapılacak seçimlerde geçerli olamıyor. Muhalefet ve kimi anayasa hukukçuları, 14 Mayıs tarihiyle ilgili olarak Cumhurbaşkanı Seçim Kanunu’ndaki “Oy verme gününden geriye doğru hesaplanacak altmış günlük sürenin ilk günü seçimin başlangıç tarihidir” cümlesine dikkat çekiyor. Bu yoruma göre 14 Mayıs’ta yapılacak seçimin başlangıç günü 14 Mart olacağından, 6 Nisan’dan itibaren geçerli olabilecek yeni seçim kanunu bu seçimde uygulanamaz. AKP’liler ise 67. maddedeki “Seçim kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz” hükmüne işaret edip sürecin değil, seçimin gerçekleştiği günün baz alınması gerektiğini savunuyor.

Seçim kanunu meselesi, Erdoğan’ın adaylık meselesine göre biraz daha karmaşık ve yoruma açık. Ancak her şey ne kadar net ya da komplike olursa olsun, YSK’nin kararlarını hangi saikle alacağını tahmin etmek güç değil. Neticede, iktidarın istediği şekilde sonuçlanan Anayasa değişikliği referandumunda mühürsüz oyları geçerli sayan, muhalefetin kazandığı İstanbul seçimini ise “Sandık kurulu başkanları kamu görevlisi değilmiş” gerekçesiyle iptal eden bir kuruldan söz ediyoruz. Bizim bildiğimiz YSK, bir belediye başkanının “ahmak” sözünden ötürü siyasi yasaklı hale getirilmek istendiği yerde, Anayasa’nın “üçüncü defa aday olamaz” dediği kişinin seçim pusulasında gülümsemesini sorun etmez.

Dikkat ederseniz seçimin demokratik bir ortamda yapılması, devlet olanaklarının muhalefete karşı kullanılması, valilerin AKP kadrosu gibi siyasi çalışma yürütmesi gibi konuları geçtik. Artık en azından Anayasa’da ayan beyan yazan hükümlerin çiğnenmemesi ya da milyonlarca seçmenin oyunu almış bir partinin kapatılmamasını talep ediyoruz.

***

Mühürsüz oyların geçerli sayılıp başkanlık sisteminin kabul edildiği 16 Nisan 2017 tarihli Anayasa referandumundan iki yıl önceydi. Uzun yıllar Mülkiye’de anayasa hukuku dersleri veren Prof. Dr. Cem Eroğul hoca ile başkanlık sistemi üzerine bir söyleşi yapmıştım. Cem Hoca, 8 yıl önce şunları söylemişti:

“İkinci Meşrutiyet’in siyasi yönetim bakımından özü şudur; güç padişahtan alınmış ve meclise verilmiştir. 1909 yılının başında meclis Kâmil Paşa hükümetini düşürmüştür. Niye? Çünkü siyasi güç padişahtan meclise geçmiştir. Bunların istediği başkanlık getirildiği zaman, İkinci Meşrutiyet’in sağladığı, yürütmenin meclis karşısında hesap vermesi düzeni bütünüyle ortadan kalkacaktır. Bir tarihsel dönem tamamen sona erecek. Yüz yılı aşkın bir uygulama ortadan kalkacak. Yürütme gücü cumhurbaşkanının elinde olacak. Kime hesap verecek cumhurbaşkanı? Meclise vermeyecek. Yargıya da vermeyecek…”

Kurtuluş Savaşı devam ederken kabul edilen 1921 Anayasası, hakimiyetin padişahta değil, kayıtsız ve şartsız halkta olduğunu vurguluyordu. 1 Kasım 1922’de Meclis tarafından saltanatın kaldırılmasıyla Osmanlı monarşisi sona ermişti. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiş, 4 ay sonra da hilafetin altındaki halı çekilmişti. 1924 Anayasası “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” cümlesiyle başlıyordu.

Aradan geçen yıllarda Türkiye’de yeni anayasalar yazıldı, yaklaşık 6 yıl önce de kıl payı sonuçlanan bir referandumla (25,1 milyon evet’e karşılık 23,7 milyon hayır) yönetim sistemini değiştirildi. Cem Hoca’nın dediği gibi yürütme erkini eline alan cumhurbaşkanı, Meclis’e de yargıya da hesap vermeyecek bir güce erişti. Anayasal bir düzenin aksine yetki sınırlanmadı, sınırsızca büyüdü. Cumhuriyet fikrinin temelini oluşturan “millet iradesi” kavramını çokça kullanmasına rağmen her daim suistimal eden Türk sağı, en sonunda demokrasiyi sandıkla sınırlayan ve bir kişinin iradesini her şeyden üstün kılan “21. yüzyıl padişahlığı”nı yarattı.

Cumhuriyet’in 100. yılında geldiğimiz yer işte tam olarak burası. İktidarın gücünü sadece Anayasa’dan almasını ve onun sınırlarına riayet etmesini bekliyoruz. Taleplerimiz ve tahayyüllerimiz bununla sınırlı olmasa da konjonktürel gerçeğimiz bu. Kendisini sola karşı örgütleyen bir devletin, kağıt üzerinde yönetim sistemi cumhuriyet olsa da ülkeyi başka bir yol ayrımına mecbur bırakması sürpriz olurdu.

14 Mayıs’ta yalnızca ülkeyi kimin yöneteceğini ya da yönetmeyeceğini belirlemeyeceğiz; aynı zamanda bir medeniyet referandumu için oy kullanacağız. Uzun lafın kısası, 2023’te rota yeniden oluşturuluyor. Belki nereye gideceğimize değil ama nereye gitmeyeceğimize karar vereceğiz. Sandıkla ve diğer tüm siyasal-demokratik mücadele araçlarıyla…