Alman şirketi Bayer’in ürettiği kimyasal bileşenli tarım zehiri uzun süredir çiftçinin gündemindeki yerini koruyor. Türkiye’de de kullanılan ve “yabani otlarla mücadele”ye yarayan Roundup adlı tarım zehirinin içerdiği glifosat nedeniyle çiftçilerde lenf kanserine yol açtığı ve bu nedenle şirkete binlerce kişinin dava açtığı biliniyor. Türkiye’de Çiftçiler Sendikası’nın da müdahillik talebinde bulunduğu bireysel bir dava sürüyor.

Gelgelelim bu zehir, tarımda kullanılan ve kanserojen içeriğe sahip tek “bitki koruyucu” pestisit değil. O nedenle dünyada ve tabii ülkemizde de yıllardır çiftçiler, mühendisler, sivil girişimler gibi çeşitli gruplar tarafından tarım zehirleri olarak pestisitlerin kullanımına karşı çıkılıyor, yasaklanması talep ediliyor. Fakat küresel serbest piyasaya teslim edilen gıda sisteminin destekçisi olarak hükümet bunları yasaklamıyor. Dahası, gıda politikasının bir uzantısı olarak kimyasalların kullanılmadığı üretim yöntemlerini bitiriyor. Bu nedenlerle dava bizlere ekolojik ya da doğal beslenme dediğimiz şeyin bir tür yaşam tarzı talebinden fazlası olduğunu gösteriyor.

Herkesin görebildiği üzere ekolojik tarımsal üretime olan ilgi artıyor. Fakat bu artışla birlikte ekolojik gıdanın, yaşam tarzına dair bir talebe indirgenmesi de artıyor. Talebi böylece çerçeveleyip tüketime bağlayarak yönetmenin daha karlı olduğu su götürmez. Zaten bu vurgu daha çok büyük markalar ve zincir marketler tarafından yapılıyor. Elbette ekolojik olan, sağlıklı gıda tüketimine dair bir talebi de kapsıyor. Fakat buna ek olarak tarım emekçileri ve ekosistem için de adil ve onurlu bir seçenek anlamlarını da içeriyor.

Örneğin ekosistem açısından bakarsak; Çiftçiler Sendikası Genel Başkanı Ali Bülent Erdem, Bayer davası üzerine verdiği demeçte, özellikle de jeotermal tesislerin, örneğin üzüm yetişen bölgelerde yarattığı iklimsel sorunlar nedeniyle daha fazla kimyasal kullanımını beraberinde getirdiğini söylüyor: “Çünkü jeotermal tesisler nedeniyle ilaçların etkinlikleri o bölgenin nem oranının değişmesi, kükürt ve oksijenin devamlı havaya salınması üzümlerin kurumasında zorluk çıkarıyor.”

Bu anlamda Bayer’in Roundup davası, kimyasal üretimin ekosistem üzerindeki hasta edici etkisini de ifşa ediyor.

Bu nedenlerle ekolojik gıda üretiminin doğa ile birlikte işçi ve halk sağlığı talebi olarak değerlendirilmesi oldukça önemli. Tabi şunu da vurgulamak lazım ki gıdanın ekolojik üretimi dediğimizde talep edilen şey şirket egemen sertifikasyona bağlı organik etiketli endüstriyel üretimi kapsamıyor. Çünkü bu üretim modeli de kriz yaratan gıda sisteminin bir uzantısı olarak sürüyor. Hatta ülkemizde bakanlığın kontrol mekanizmasına bağlı olarak üretilen organik etiketli gıdalarda usulsüzlük yapıldığı da iddia ediliyor. Ekolojik üretim derken talep etmemiz gereken şey, köylünün toprak bilgi ve tecrübesine dayanan, şirketlerden muaf, tüketici ile dayanışma temelinde ilişkilenen ve denetleme mekanizmasında üretici ve tüketici örgütlerinin olduğu agroekolojik üretime tekabül ediyor.

Gıda egemenliği mücadelesinin de önemli bir unsuru olan agroekolojik üretim, her şeyden önce gıdanın bir hak olarak yeniden, onu üreten ve ondan beslenenler tarafından yönetilmesi anlamına geliyor. Böylece de toprak, hava, su ve tüm diğer bileşenleriyle ekosistemin bir uzantısı olarak tüm toplum için sağlıklı bir üretim, aynı zamanda da işçi sağlığı ve güvenliğini garantiliyebiliyor. Sonuçta kârını maksimize etmek anlamında daha fazla verim odaklı endüstriyel üretimin bir unsuru olan Roundup ve türevi şirket pestisitlerinin karşısında (agro)ekolojik üretim talebi, bir yaşam tarzını değil gıda üzerindeki gasp edilen haklarımızın tamamının talep edilmesini kapsıyor.