Ruhi Hoca’nın anısına

Hayatta olmak olağan bir şey; ama hayatta kalmak acıtıcı bir yüktür bazen. Ne yaparsanız yapın, her nerede olursanız olun içinizi ağrıtan, ağırlaştıran bir yük.

Bu yazıyı 12 Eylül Darbesi ile dikte edilen neoliberal politikaların en sadık ve cevval uygulayıcısı AKP hükümetinin ve şakşakçılarının “bu rejim geçmişte bizi çok mağdur etti, ediyor” söylemini aklımızda tutarak okuyalım. Bu ülkenin gerçek mağdurları -ve yiğitleri- kimdi hatırlayalım.

Cezmi Yılmaz ve Halil Pelitözü
Galatasaray Kimya Mühendisliği Yüksek Okulu son sınıf öğrencileri Cezmi Yılmaz ve Halil Pelitözü 1 Aralık 1975’te, yolda yürürken ülkücü faşistler tarafından bir arabadan açılan ateş ile katledilmişti. Ruhi Hoca bu iki güzel insanın en yakın arkadaşlarından biriydi.Onlar öldürülmeden çok kısa bir süre önce yanlarından ayrılmıştı. Saldırının gerçek hedefinin kendisi olduğuna inanan Ruhi Hoca için hayatta kalmak bir acıya dönüştü bu olaydan sonra.

Saldırının faili olarak yargılanan Mehmet Gül’ün (yıllar sonra MHP İstanbul Milletvekili oldu) davası zaman aşımından ve saldırının azmettiricisi olarak yargılanan Mustafa Verkaya’nın (yıllar sonra o da MHP milletvekili oldu) davası ise delil yetersizliğinden düşürüldü. Ne kadar tanıdık değil mi?

Son turfandalar
12 Eylül Darbesi sonrası liselerde 1. sınıfa başlayanların tamamı tek devrede toplanmıştı. Amaç lise iki ve üçlerle teması kesmekti. Okul müdürü yaptığı tören konuşmalarında bizlerin üst sınıflardaki anarşiklerden ayrı yetiştirilecek, terbiyeli, akıllı, uslu bir nesil olacağımızı vurgulayıp duruyordu. Kasvetli, insanın içini sıkan, eğitimin hocanın insafına kaldığı, her açıdan yoksul bir okul. 

Sonra, lise ikinci sınıfta kimya dersimize Ruhi Hoca geldi. Periyodik cetveli anlatırken konuyu diyalektik materyalizme bağladı. Dumur ve sevinç. Suya sabuna dokunmaktan ödü kopan hocalardan sonra ilaç gibi geldi biz bir grup meraklı öğrenciye. Sevgili kadim dostum Mehmet Karadaş ile büyülenmiş gibi Hoca’yı dinliyor; ders anlatırken yaptığı espri ve jestleri daha sonra aramızda tekrar edip duruyorduk.

Bir süre sonra bir grup öğrenci, hocanın bize taktığı isimle “son turfandalar” her fırsatta Hoca’yı evinde ziyaret eder olduk. “Sizler son turfandalarsınız. Seksen öncesinin ne olduğunu hatırlayabilecek son kuşaksınız. Unutmayın bunu” derdi. Sevgili eşi Makbule Abla yaptığı çay ve keklerle bizi neşeyle ağırladı hep.

Sonra biz büyüdük. Çeşitli üniversitelere dağıldık. Hocayla ilişkim ölümüne dek; ya da daha doğrusu aşırı içki içmenin yol açtığı hastalıklarla kendini öldürene dek sürdü. Üç yıl önce bugün toprağa verilmişti. Onunki yavaş bir intihardı; ama temas ettiği insanların hayatlarını güzelleştirmekten vazgeçmeden.

Geçmişinde yer alan o yıkıcı olayın ayrıntılarını çok sonra öğrendim. Uzun saatler boyunca sohbet ettiğimiz bir akşam “O esnada onların yanında olabilirdim” demişti. “Ne şanslıymışım, kılpayı kurtuldum” der gibi değil;  ama “onlarla birlikte keşke ben de ölseydim” der gibi de değil... Peki nasıl bir şey gibi? “Onlar da hayatta kalabilseydi keşke” gibi; ya da “keşke onlar hayatta kalsaydı” der gibi. Bilemiyorum. Sadece çok acı verici bir şey olduğunu sezebildim. Sevdiğiniz insanları artık hiç göremeyeceğinizi bildiğiniz bir hayatın içine karışıp akmak mümkün olmuyor. İşte bunun gibi.

“Ne olacak?”; “Dene, hiç bir şey olmaz, korkma”; ‘Hayatta büyük iş diye bir şey yoktur; başkalarının acısını dindirdiğiniz her iş büyük bir iştir” ve “Bilmiyorum” benim aklımda kaldığı kadarıyla derslerde bize sıklıkla söylediği sözlerdi. Unutmadık.

Sevgili Hocam, bir öğretmen olarak hayatlarımıza ustaca dokundunuz. Anınız önünde saygıyla eğiliyorum.

 

**Fotoğraf (soldan sağa): Ruhi Mülayim, Halil Pelitözü, Osman Baykal ve Cezmi Yılmaz