Walter Benjamin, “Pasajlar”da, savaş övgüsü yapan fütürizmin manifestosundan bahsederken, “bu manifestonun ayrıcalığı, çok açık oluşudur” der. Bu “çok açık olma” sözü, aklımda sürekli. Her şey o kadar açık ki, bütün bu olup bitenler, her şeyin ve elbette kötülüğün, intikamcılığın bu kadar açık ve doğrudan oluşu, nedense kabul edilemiyor. Bazen kabul edilse de, hemen ardından gelen çaresizlik ve umutsuzluk, her şey apaçık ortadayken örtme, görmezden gelme davranışına yol açıyor sanki.

Benjamin, faşizmin politikayı estetize etme çabasının mutlaka savaşla vücut bulacağını da söylüyordu. Televizyonda savaşla ilgili dizilerdeki artış, bu açıdan estetize etme çabası olarak görülebilir, psikolojik bir hazırlık. Savaşlar, işsizlik ve ekonomideki çöküş gibi nedenlerle açıklanmaz; çünkü o zaman siyasete girilir. Siyaset sorunları çözmek için değil, sorunların nedeni olarak gösterilmelidir.

Her şeyin bu kadar açık ama görünmez oluşu, edebiyatı ve sanatı da etkiliyor. Gerçekçi olma iddiasında olan yazarlar, eskisine oranla daha azmış gibi geliyor bana. Ya hep bir nostalji ve geçmişe dönüş ya da geleceğe dair karamsar kitaplar, filmler… Kimse bu çağda yaşamaktan memnun değil sanki. Bir geçiş çağında olunması, teknolojik gelişmişliğe karşın kimlik düzeyinde yaşanan kültürel açmaz ve çatışmalar da bu memnuniyetsizliği besliyor olabilir.

Apaçık olanı görmemeyle, yaşanan travmalar arasında bir ilişki de kurulabilir belki. Travma sonrasında ya güvenlik konusunda takıntılı olunur, her tür tehlikeyi önceden fark edip önlem alınmaya çalışılır ya da tam tersine savaş kışkırtıcısı, kavgacı bir ruh haline girilir. İnkâr ve bastırma mekanizmaları zaten devrededir. Travmaya dair en dikkat çekici durum, travma yaşayan kişinin geçmişi anımsamadığı ve dile getirmediği sürece, travmasını eyleme dökerek ısrarla tekrarlamasıdır. Yüzleşme bu yüzden sihirlidir; ama sarsıcı olduğu için de korkulan ve kaçınılan bir şeydir. Sarsıcılığı, yüzleştikten sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı gerçeği, varoluşsal travmaların yeni bir dünya görüşünü ihtiyaç olarak dayatacak olmasıdır.

Bizim yeni bir dünya görüşüne ihtiyacımız var, güvenlik takıntılı ya da savaş kışkırtıcısı olmayan, travmaya göre değil, travmalardan yola çıkan yüzleşmeci bir dünya görüşüne. Saplantılı bir yineleme yerine, yitirilen nesneye karşı etkin, yoklukla oynayarak ona egemen olan bir tavra… Faşizm ya da kötülük ile suçluluk duygusu arasındaki ilişkiyi Paul Ricoeur “Yoruma Dair”de pek güzel tartışır. Üstbenin saldırganlığını içselleştirmiş olmayla kölelik ve tutuculuk arasındaki ilişki…

Manchester’da intihar bombacısı 22 kişiyi öldürdü. Niye ve nasıl öldürüldükleri belliyken sadece bombanın türü tartışılıyor, güvenlik önlemlerinin yetersizliği konuşuluyor. Sonra unutulacak. Katliamlar sadece polisiye tedbirler üzerinden ele alındıkça, travmaya uygun güvenlikçi ya da saldırgan politikalar üretildikçe, katliamların El Nino kasırgası gibi doğal afetlerden bir farkı kalmayacak. Doğal afetlere karşı bile sadece tedbir alınarak mücadele edilmez, küresel ısınma gibi siyasetle ilişkisi üzerinde durulurken…

Muriel Barbery’nin “Elflerin Yaşamı” adlı romanını okurken takıldığım bir cümleydi, “Budala bir mutluluk içinde ölmek…” Gelincikler ve yaz yusufçukları nasıl ölüyorsa öyle ölmeyi istemek. Kim istemez? Ben istemem. Hem yaşayacağımız zamanı seçme hakkımız olsaydı, olduğum kişi olarak bu zamanda ve bu ülkede yaşamayı isterdim. Bu beni daha da budala yapar belki, belki de yapmaz, güçlü kılar. Barbery, “ruhların aydınlanması, büyük bir kederin ve yasın emeğini de gerektiriyordu” diye yazmıştı romanında. Bu çağı bu kadar zor yapan da kimsenin yas tutmaya vakti olmaması, yani yaşamaya…